Tarih ve insan... Birbirinden ayrı olarak düşünülemeyecek bu iki değer, birbirlerinden beslenerek varlık bulurlar. İnsan, geçmişteki sıradan olgu ve olaylara fikirleri, karakteri ve yaşantısının verdiği birikimle tarihsel bir boyut kazandırır. Fakat her insan aynı zamanda tarihin bir ürünü, bir parçasıdır. İnsan, içinden kopup geldiği bu alanı kendi zihninde yeniden canlandırır ve aslında yitip gitmiş olan yaşanmışlıkları geri getirir. Böylece, onlar üzerine düşünebilme ve onları yeniden değerlendirebilme fırsatı bulur. kişinin geçmiş üzerine yaptığı bu değerlendirmeler, vardığı sonuçlar ve bunlardan hareketle ortaya koyacağı ürünler ise "tarih"i oluşturur.
Geçen yüzyılın sonunda yaygın olan ve bazı uzmanların hala benimsediği bir görüşe göre tarihsel araştırmalarımız geçmişi, "hakikatte olduğu gibi" yansıtan bir imgeyi yeniden inşa etmelidir. Bu hedefe yaklaşabilmenin en önemli koşulu, birincil kaynakların dikkatle incelenmesidir.
Ancak birincil kaynaklarla ilgili en önemli husus neyi ele aldıklarıdır. Bu kaynakların büyük çoğunluğu devletler eliyle meydana getirilen ve bugün arşivlerde bulunan kaynaklardır ki varlık sebepleri ait oldukları devletin muhtelif yönlerinin işleyişi ile ilgilidir. İkinci yaygın gurup ise kralların, hükümdarların önde gelen komutan, devlet adamı ya da kahramanların hikayelerini konu edinen ve eskiden yegane tarih olarak algilanan kaynaklardır. Halbuki değişin tarih anlayışımıza teşkil etmiyor; giderek artan bir merakla genel halk yığınlarının hikayeleri merkeze oturmaktadır. Bu eğilime bağlı olarak kırsal ya da kentsel alanda yaşayan insanları doğrudan veya dolaylı biçimde anlatan birincil kaynaklar, diğer çeşitlere göre azlıkları da göz önüne alınırsa daha bir önemli hale gelmişlerdir.