"Ali Dağı'nda açar, aslanağzı çiçekleri!"
İşte dedem, bu tılsımlı sözcüklerle anlatmaya başlardı bize Ali Dağı'nın öyküsünü. Hava kararınca, gaz lâmbasının sarı/yılgın ışığı tıka basa doldururdu içinde bulunduğumuz odayı. Üzüm taneleri gibi yan yana dizilirdik. Ve herhangi biri apansızın ölmüş kadar sessiz, kıpırtısız dururduk. Dedem anlatmaya devam ederdi: "Ay güneşe, toprak suya sarılır!"
Tılsımlı her sözle birlikte dedemin gölgesi de gittikçe büyüyerek bir uçtan diğer bir uca odayı dolanır, duvarlarda korkutucu zikzaklar çizerdi.
Fakat ben, odanın içinde hareket eden bu karartının, dedemin gölgesi değil de Ali Dağı'nın ta kendisi olduğunu bilirdim:
"Tavşanlar yuva yapar ağaçların kovuğuna, tilkiler su içer akşam alacasında!"
Ali Dağı bize emanet etmişti tavşanları, tilkileri, kuşları:
"Dede, yıldızlar çok mu uzakta?"
"Yıldızlar da bize emanet adaşım …"
"Dede, incir ağaçları da bize emanet mi?"
"Onlar da emanet"
"Kuşlar da mı?"
"Bütün kuşlar Ali Dağı'nın emaneti"