Bir Mimar.
Bir Denizci.
Bir Mozaik.
Bir Minyatür.
Ve ambarlar dolusu altın...
Akdeniz'in tuzlu, derin ve mavi sularındaki sefer ne kadar göz kamaştırıcı ise sebebi de o kadar gizliydi.
Kanuni Sultan Süleyman, kendi muhteşemliğine yaraşır Mimar Sinan'ı, Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa refakatinde Kudüs'e gönderirken, bütün Akdeniz'in meraka kapılacağını ve bu seyahati konuşacağını biliyordu.
Mimar Sinan gündüzleri güvertede yoldaşı ile sohbet ederken geceleri ruhunun derinliklerinde kayboluyor, Baştarda'nın atlattığı fırtınalara inat, hatıralar denizinde boğulup her sabah kendi varlığından adeta yeniden doğuyordu.
Ömrünü adadığı ve yıllardır peşine düştüğü soruların, sırrına varıp
cevaplarını bir gün bulabilecek miydi? Devşirilmesini sağlayan Sahtiyan Çizmeli Adam kimdi, neredeydi, Turnacıbaşı'na ne söylemişti de genç Sinan'ı bir medeniyeti inşa etmeye götürecek kutlu yolculuk başlamıştı?
Bin yıldır büyük badireler atlatan ve sonsuza kadar ayakta kalmak için Sinan'ı bekleyen Ayasofya'nın kapısının üzerindeki mozaik, nasıl oluyordu da asırlar öncesinden Sinan'ın hikâyesini anlatıyordu? Umudu kestiği, aramaktan vazgeçtiği cevaplar bir gün bahşedilecek miydi?
Sultan Polat Altın Kubbenin Esrarı'nda bu kez okuruna bilmeceler sormuyor, şifrelerin peşine düşürmüyor. Mimar Sinan çağına geniş bir pencere açıyor. Ve okuru o pencereden Sinan'ın 'Yoluna' tanık olmaya çağırıyor.