Önce bir fırtına koptu, sonra ise barut ile birleşen alevlerden oluşan bir ateşin izi bizi yaktı.Ardından ise ellerine bıçak almış o kişilerin, damarlarımızın içindeki o kırmızı sıvıyı nasıl çıkardığını bize tek tek anlattılar.
Acı içimize sinmedi, acı ruhumuzu oluşturan tek şeydi. Bunun için bir doğum değil, bir ölüm doğumu gerekiyordu.
Sonra ise toprağın binlerce altından bir çiçek fidanı çıktığını sandık. Ellerimizi üzerine koyduk çünkü külden bir toprağın içinden çiçek çıkabileceğini sanmamıştık.
Önce bir köpek varmış, sonra da bir çoban vardı. Kuzularını çok sevdiğini söylerdi. Sonra ise kuzular köpekler ile kavga ederlerdi.
Biz değil, zihnimizin içindeki umutların tekrar doğabileceğini sanmıştık. Ne yazık ki külden toprakların içinden bir sarmaşık ile kaplanmış bir çiçek açabilirmiş.
Bunun için de yara izlerimize bir pusula tutabileceğimizi söylemişlerdi. Acımız böyle geçecekmiş lakin her savaş bizim için bir ölümken kim vücudundaki çiziklere bakardı ki?
Her savaş bizim için bir ölümdü lakin ölümün doğumu içimize sızmışken biz sadece doğumdan korkabilirdik…
Bu bizim de bir çiçeğimizin olması anlamına gelmezdi, o çiçekleri bir hayal olarak adlandırmamızdan ibaretti. Bu masal böyle değildi, ben onların kalbi ya da onlar benim hiçbir şeyim değildi. Sadece bir kandırmacadan ibaretti. Peki ya bu kandırmacada kazanan biz mi olacaktık lakin her kazanmanın da bir yenilgi olduğuna mı inanacaktık?