Açık havalı bir sonbahar sabahı, iznini alarak yanına girmiştim. Büyük Adam yatağında, başı biraz yüksekte, arkası üstü yatıyordu. Odayı solgun bir güneş kaplamıştı... Yüzü fildişi rengindeydi; çehresi zayıfladıkça, irileşen o güzel mavi gözleri denize ve Üsküdar sahillerine dalmıştı.
Odaya girdiğimi hissedince başını bana doğru çevirdi; yatağın ayak tarafında bir yer göstererek oturmamı işaret etti ve her zamanki sorunusun tekrar etti:
- Ne haber?
Son 24 saat zarfında günün iç ve dış meselelerine dair haberleri özetledim.
Anlattıklarım bitince, sağ elini bana doğru uzattı; doktorlar gerekmedikçe kuvvet harcamasını istemedikleri için hareketlerine yardım ediyorduk; elini tuttum, doğruldu; yatağın içine bağdaş kurarak oturdu. Birkaç dakika yine denize ve karşı kıyılara baktı; belliydi ki heyecanını yenmeye çalışıyordu. Gözlerini bana çevirdiği zaman, uzun kirpiklerinin ıslandığını fark ettim. Bütün hastalığı boyunca benim yanımda gösterdiği yegâne zaaf -eğer bu ulvi sükûnete zaaf demek uygunsa- buydu; sonra başını önüne eğdi ve ağır ağır konuşmaya başladı…