Klasik iktisatta olağandışı bir gelir kalemi olarak nitelendirilen borçlanma, Keynesyen iktisatla birlikte devletlerin olağan bir gelir kaynağı olarak görülmeye başlanmıştır. 1929 Büyük Buhranının ardından şekillenen Keynesyen iktisat, devleti ekonominin önemli bir aktörü olarak değerlendirmiştir. Böylece devletin güvenlik ve adalet gibi asli fonksiyonlarının dışına çıkarak ekonomik işleyişe müdahalesi kamu harcamalarının giderek artmasına zemin hazırlamıştır. Bunun yanısıra 2. Dünya Savaşı sonrasında meydana gelen sosyal, toplumsal ve ekonomik sorunlar kamu harcamalarındaki artışı hızlandırmıştır. Söz konusu dönemde ekonomik faaliyetlerin yavaşlamasına bağlı olarak kamu gelirleri önemli ölçüde düşerken; kamu gelirlerinin artan kamu harcamalarını karşılamada yetersiz kalması ülkelerin borçlanma gereksinimini artırmıştır. Nitekim tüketime dayalı büyüme anlayışı, rezerv ihtiyacı, vadesi gelmiş borç ödemeleri, bütçe açıkları, savaş ve ekonomik kriz gibi durumlar ülkelerin borçlanma sürecini hızlandırmıştır. Uluslararası Finans Enstitüsü tarafından açıklanan verilere göre, küresel borç stoku 2017 yılında şimdiye kadarki en yüksek seviye olan 233 trilyon dolara yükselmiştir. Böylece borçlanma konusu, günümüzde neredeyse bütün ülkelerin ortak bir sorunu olarak değerlendirilmektedir
Sürdürülemez bir borç dinamiğinin oluşması, Avrupa borç krizi sürecinde olduğu gibi krizlerin başlıca nedenlerinden birisi olabilmektedir. 2002 yılında bazı Avrupa ülkelerinin ortak para birimi olan Euro'yu kullanmaya başlaması, söz konusu ülkelerde faiz oranlarının giderek düşmesini sağlamıştır. Borçlanma maliyetindeki düşüş ve küreselleşmenin dış finansman bulmada sağlamış olduğu kolaylık, ülkelerin borç stoklarını hızla artırmıştır. Elde edilen kaynakların üretken olmayan alanlarda verimsiz bir şekilde kullanılması ise, bazı ülkeleri borç sarmalı içerisine sürüklemiştir. Diğer taraftan dünya ekonomisinde ciddi bir daralmaya yol açan küresel kriz, Avrupa ekonomisinde ciddi sorunlar meydana getirmiştir.