Çaylarımızdan birer yudum aldık. Arkadaşım elinde teneke bisküvi kutusu taşıyan, sarı tişörtlü kara kuru çocuğa el etti. Çocuk koşarak geldi masamıza. Neredeyse, bu kış günü çorapsız ayağını barındırmakta zorlanan naylon ayakkabısı, ayağından fırlayıp gidecekti.
Çocuk gazete kağıdından yaptığı iki küllük çıkardı. Birine irice bir çakıl taşı koydu. Ansızın dağların gizli kuytularından çıkıp gelecek rüzgar uçurmasın diye. Diğerine de, belki bizim Tahtakale'deki toptancı dükkanımızdan çıkıp, Bay Ahmet'in dükkanında bir süre mola verip satılmış, defalarca Türk Kahvesi'nin tadına ve kokularına bürünüp, güzel insanların dudaklarına dokuna dokuna eskimiş, dalgınlıkla upuzun ince parmaklardan biri tarafından düşürülerek narin sapı kırılmış, Kütahya oymalı fincanla, iki sefer kavuniçi renkte kavrulmuş kabak çekirdeği boşalttı.
Ben böyle etkileyici kokular yayan çekirdek tatmamıştım ömrümde. Çok seyrek de olsa, genellikle yazlık sinemalarda alıp çıtlatırdık arkadaşlarla. Belki de, hem çaya, hem çekirdeğe tadını ve kokusunu veren, çam ve köknar ormanlarının kalbinden kopup gelen, bu kasabanın büyülü havası olmalı.
Önce garson çayları tazeledi. Arkasından sarı tişörtlü çocuk çekirdekleri. Ağzımdaki çay ve çekirdek tadı dağılmadan, sahildeki ahşap evlerin arasından yürüdük arkadaşımla. Henüz son evlere yaklaşmadan, denizle kumsal arasında demirden bir heykele takıldı gözlerim.
''Bu da ne böyle?'' diye çıktı ağzımdan kendiliğinden.
''Eski bir yük gemisi'' dedi arkadaşım. ''Buradan geçerken Ayandon Fırtınası''na yakalanıp sürüklenmiş kıyıya kadar. Geminin bağlı olduğu acente, kurtarmayı göze alamadığı, belki de yapacakları masraf geminin değerini çokça aşacağı için, onu öylece burada bırakıvermiş.