Ana rahminde bile fazlalıktık. Belki doğmaması gerekenlerdik. Doğsak da yaşayamayacak, yaşayabilsek de buna bin pişman olacaktık çünkü dünyanın bizi kabul etmeye hiç niyeti yoktu. Aslında ilk bakışta herkese benziyorduk. İki el, iki göz, iki de ayak… Ama herkes gibi değildik, hiçbir zaman da olamayacaktık. İnsanlarda bizi içine alacak özlem ve sevgi olmadıkça aralarına katılamayacaktık.
Dünyanın farklılıklara tahammülü yoktu bu yüzden dışlanıyorduk. Bir kere sevilesi değildik. Yani iyiydik, hoştuk da sevilemiyorduk. Kabullenilesi zaten değildik, yakılası mıydık peki? Kül olup göğe savrulası mıydık? İyi de kimdik biz?
Kimi zaman bir kadındık mezar taşı kadar sessiz gecenin ayazında unutulmuş, kimi zaman güleç bir çocuktuk düşleri, kapı aralığından giren ayazla can evinden vurulmuş; kimi zaman da bir gençtik delikanlı rüyaları baba bıçağının ayazıyla dondurulmuş...
Oyduk, buyduk, neyse neydik. Aslında ayaza terk ettiklerinizden başkası değildik. Dudaklarımız soğuktan mor, tırnaklarımız bile sızı içinde ayazdaydık biz. Soğukta unutulduk. Yana yana üşüdük. Kalplerimizi ayaz yarası dağladı. Üşüdükçe yandık, üşüdükçe kavrulduk.