O zamanlar Bulgaristan'a ülkem derdim. Memleketim, vatanım, evim, yuvam… Ondan başkasını bilmezdim. Oradan kaçmak, gitmek, başka bir yer edinmek gibi arzularım yoktu. Yalandan değil, hakikaten severdim Bulgaristan'ı. O da beni, bizi sevsin isterdim. Ülkem için, ülkemin çocukları için öğretmenlik yapmaya hazır, hevesli ve gönüllüydüm. Başka bir ülkenin, başka bir şehrin hayalini kurmuyordum. Ama bir şeyler yolunda gitmedi. Bulgaristan, senelerce nefretle beslenmiş gibi, bozuk bir yemek yemiş gibi bizi içinden kusarak çıkardı.
Bulgaristan Türkleri, 1980'lerde uygulanan Soya Dönüş Süreci'yle büyük bir zulmün içine çekilirler. İnançları, dilleri ve isimleri alınan insanlar, zorlu köy yaşamında hayatta kalmanın yollarını da aramaktan vazgeçerler.
İki dil ve iki kültür arasında kendine yer arayan Gül, tütün kırmaktan elleri katran karası olan köylülerinin kaderini yaşamayı reddeder. Öğretmen olup köyündeki çocuklara Bulgarca öğretmek için yola çıkarken her şeyi bıraktığı gibi bulacağını ümit eder. Ancak döndüğünde elleriyle toparlamaya çalıştığı hiçbir şey yerinde durmaz, köylerinin yerle bir edilmesi gibi zihnindekiler de darmadağın olup gider. Ne imkânsız aşkı ne köyü; bir tek adı kalır aklında.