Yabancısı olduğu bu topraklara daha ilk adım attığında düşmüştü yüreğine aşkın kor ateşi. Zülal, su olmayı seçse de söndürememişti içindeki alazı. Koca bir alev topuna dönüşmüş, bu masalda adı geçen herkesi yakıp geçmişti. En çokta Mirza'yı…
Zülal onun bu dünyadaki kıyameti, kıyametin ortasındaki çiçeğiydi. Fakat her âşık gibi ödemesi gereken bedeller, çekmesi gereken acılar vardı. Peki ya ölümü göze almış bir adamı yanmakla korkutabilir misin? Kaybetmemek uğruna elleriyle bir mezar kazmış, içine dönüşü olmayan sırlar gömmüştü. Peki ya hangi sırrın ömrü sonsuza dekti?
Yüzleşme günü geldiğinde her şey eskisi gibi kalabilecek miydi? Hayır! Artık şehrin güneşi bile sönmüştü. Ne yüreklerindeki feryatlar sessiz, ne de lâl olmuş dillerindeki vaveylalar sessizdi.
Zülal gerçeklerle yüz yüze geldiğinde kendini feda etmek pahasına ailesini ölümün pençesinden kurtarmayı mı seçecekti? Yoksa sevda denen sızıya mı yenik düşecekti? Mutluluk, Zülal için hayatın damağına sürdüğü avutucu bir damla baldan farksızdı.
Bu kazanılanı olmayan bir savaştı, herkes biraz yitik, biraz bitikti.
"Hani bana hep "lotus çiçeğim" diye hitap ederdin ya sevgilim. Haklıymışsın, lotus çiçekleri yalnızca bataklıkta yetişirler. Senin tertemiz dünyana alışık değilim ben. Bırak! Seni de batırmadan ait olduğum yere döneyim."