Nisan 1946'da Avrupa'nın her tarafında yüz binlerce insan yurtlarına dönmeyi istemektedir, tabii hâlâ gidecekleri bir yurt kalmışsa. Soho'lu genç bir kuaför olan Evelyn de, İngiltere'den bir gemiye binip, Yahudi göçmenlerin modern bilinçle yepyeni bir şehir amacıyla toplandığı beyaz Tel Aviv'in yolunu tutar. Orada beyaz şehrin kafeteryalarına oturarak masmavi denizi seyredecekler, bütün güçleriyle geçmişten kopup kendilerine modern bir gelecek yaratacaklardır.
Savaşın korkunç enkazı, sayısı on milyonlarla ölçülen ölülerin çürüyen cesetleri arasında bile bir ışıltı bulabilmenin romanıdır bu; Linda Grant'ın kendisine ödül getiren yazarlık gücü de, bir halkın, bir şehrin, bir insanın en trajik koşullarda bir şeye, ama ne olursa olsun bir şeye tutunma arayışını nefis bir dille anlatışında gösterir kendisini: "Bir insanın peşinden gidecek bir şeyleri olmalı."
Yoksa nasıl yaşar insan, nasıl bugünü yarına devirir, yarın da öbür günün umudunu kovalar? Peki ya, denize bakan kafeteryalarıyla, tutkularıyla, hırslarıyla bembeyaz bir şehir kurmaya soyunmuş insanların, aradan otuz-kırk yıl geçtikten sonra denizin önünün dev otellerle kapandığını, kafeteryaların yerinde yeller estiğini, beyaz binaların kahverengiye dönüştüğünü görmeleri halinde ne kadar derin bir hayal kırıklığına sürüklendiğini görürseniz...
Linda Grant, 2000 Orange Ödülü'nü kazanan Beyaz Şehrin Kafeteryaları'yla sizi yirminci yüzyılın sarsıcı serüvenlerinden birine götürüyor...