Canımın sıkkın olduğu zamanlar ekseriyetle güzel, kokulu bir çay demlerdim kendime. Oldukça eski bakır demliğimle demlediğim taze siyah çayın kokusu, evimin her yanını sarar ve o efsunlu koku odamın penceresinden dışarıyı seyrederken farklı hayallere dalmama vesile olurdu. Çoğu zaman da rahmetli babamdan bana kalan tek şey olan mekanik kol saatime dakikalarca bakar, kendimi o kol saatinin içinde fasılasız dönen dişlilerin ortasına koyup düşünürdüm. Bütün geçmişimi sanki bir yol hikâyesi gibi hissettiren zaman, gerçekten çok garip gelirdi bana. Saatin içine baktığım o an, saniyelerin aheste aheste geçişi, zamanı sanki hiç ilerlemeyecek gibi hissettirirken, arkama dönüp baktığımda ise ömrümün bu anına kadar geçen bütün saatlerin, aslında bir yere yetişmek telaşıyla geçmiş oluşu beni hayrete düşürürdü.
Geçen onca senenin bütün ayrıntılarının, iniş ve çıkışlarının bir saatin iki tik tak sesi arası kadar bile etmediğine şahitlik etmek, beni uzaklara götürecek olan zamanın içinde kaybolmuş bir zerre gibi hissettirirdi. Ben daha küçük bir çocukken hastanenin bahçesine gelen; o üzerine sinmiş deri kokusundan tanıdığım, bana oralet ısmarlayan Şevki Bey, elinde babamın taktığı kol saatiyle yanıma gelip bu saatin artık bana kaldığını söylemişti. O an daha ölümü idrak edemeyecek yaşta bir çocuk olacağım ki gözlerimden hiç yaş akmamış ve içimde peyda olan bu boşluğa bir anlam yükleyememiştim. Bu garip durum beynimi kandırmaya yetiyordu; ancak vicdanımı asla tatmin edemiyordu. Ömür sanki hep bitmenin kıyısındayım diyordu sessizce…