Hayat, yıllar önce geride bıraktığım acıyı önüme çıkartacak kadar acımasızdı. Fakat hayatı yargılayamıyor, vicdan mahkememde kelepçe takamıyordum. Yanına kâr kalıyor, ruhen zincire vuruluyordum. Korkulan şeyler, korktuktan sonra başıma gelecek kadar kaygısızdı. Onun evindeki ceviz ağacından yapılmış manidar sandığı, merak ve korku dolu düşünceyle yüzleşmek için açtım. İçinde gördüğüm kadın bedeni beni tam anlamıyla delirtmişti. Ellerim eskisi kadar sakin değildi; yılbaşı çanı gibi sallantılı, parlak ve huysuz bir uzuvdu. Tek tek çıkartmaya başladım, ince ince ilmek ilmek işlediğim nakıştan örtüler, bir cesedi kapatır gibi hendeklenmiş ve hiç açılmayacak gibi sıkıca bağlanmıştı. Aklımda ona dair olanlar, yalanla çevrili bir teldi. Battıkça kollarımı ve dizlerimi kanatıyordu ve ben her seferinde o tellerin arasında gidip gelmekten yakınıp yanından ayrılmayan bir korkuluktum. Onunla olan bu vedam, beni içten içe daha da yakınlaştırıyor, her şeyden vazgeçmeme neden oluyordu. İstanbul'u hiç sevemeyişim, onunla birlikte sevişimden sonra büyük bir nefrete dönüştü. Sanki içimdeki o küçük kızı şizofren bir adamın gölgesinde bırakmaktan başka çarem yoktu. Artık İstanbul'dan daha uzağım; hatta hiç bu şehire gelmedim belki de. Tekerlekli sandalyemde oturduğum kıyıda her şeyi düşüneceğim. Belki bir deniz olmayı isteyeceğim ya da bir kayık olup uzaklaşacağım limandan. Fakat o, bunu bir denizden öğrenecek...