Bir yanda, bir türlü içinden çıkamadığımız bir 90'lar algısı var. İki kutuplu dünya fikrinden beslendiği kadar, belki ondan da fazla, söz konusu polarizasyonun neoliberalizm lehine çözülmesinin şaşkınlığını üzerinden atamamış bir algı bu. Kavgaları, hırsları, hayalleri bu dolayımda sürüyor. Neye sevindiğini bilmeden, karşısındaki güldüğü için gülen bir çocuğun ruh haline benzetilebilir. Öte yanda, 2010'lu yılların 90'lara kıyasla kökten değişmiş dünyası duruyor. Onda da çocukça bir telaş bulmak mümkün. Tekniğin dönüştürücülüğünde (en başta da internet ve sosyal medya öncülüğünde elbette) ansızın bütün dünyayı masasında bulan çocuğun önce neyle oynayacağını bilememekten gelen heyecanı daha çok. Bu çocuksuluğun entelektüel dünyamızdaki yansıması ise hayli ilginç. 90'lı yıllar için "topu ayağına geçiren kaleye çakıyor" durumu belirleyici bir ifadeydi. Keza kalede duracak kimse yoktu. O yüzden her şut kaçınılmaz biçimde gol oluyordu. Bugün içinse aynı durumun sürdüğünü söylemek zor. Hele de Gezi Direnişi'nden bu yana biliyoruz ki defans gitgide sağlamlaşıyor. Kaleciler yedekli oynamaya alıştılar. Ufak kıpırtılarda bile gücü yetenler defansa koşmaya alıştılar. Dolayısıyla eski söylemsel rahatlık kalmadı artık.
Türkiye sanat ve edebiyat tarihinde belirleyici olan kanonun ancak kanona başkaldırı süreciyle birlikte masaya yatırılmasıdır. Bu anlamıyla modernizm-postmodernizm tartışmasında olduğu gibi piyasa dışında bu tartışmanın gerçek bir nesnesinin olduğunu öne sürmek hayli güçtür. Disipliner anlamda bilimsel bir nitelik koyutlanabilmesi adına nesnesini belirleyemediğimiz (dolayısıyla öznelik pozisyonumuzu tartışmaya açamadığımız) her tartışma gündelik çekişmelerle sınırlı kalmaya, kısırdöngüye düşmeye, dolayısıyla piyasa güdümünde kalmaya mahkûmdur.