Kesin bir mahkumiyet yerine onurlu bir ölüm ihtimalini seçerek firar eden iyi kalpli bir anarşistin ayakları bir yeryüzü cennetinin topraklarına değdiğinde, merhametli Tanrı'nın suçluları da sevebileceğini de anlayacaktı. Onu dünyada tutkulu bir faninin görebileceklerinden çok daha fazlası bekliyordu: Mütevazı bir krallık, gizemli bir bilgelik anıtı, aşkın zindanı, düşler evreni, güler yüzlü bir azap ve nihayet şeb-i arus…
Acaba planların hiçbir işe yaramaması göksel bir ironi midir? Acılardan zevklere doğru kendi irademizle attığımızı sandığımız her adım, aslında yüreğimizi dolduran diyetlere göre kurgulanmış olan tanrısal senaryoya doğru mu sürüklüyor bizi?
Aşk'a gelince… Onu gökten gelen kudreti karşısında, sağanak yağmurda bir ağacın altına sığındığı sırada üzerine ansızın yıldırım düşen saf bir köylüden daha dirençli olduğumuzu kim söyleye bilir? Doğrusu ne birine Aşık olmak için zamana ihtiyacımız vardır, nede aşkın beklemeye tahammülü… O yıldırıma bir metropol 'ün kalbinde de, ıssız bir dağın eteklerinde de maruz kala biliriz…