Bizi ayırt eden şey, ne doğada ne de doğanın kendisinde herhangi bir Tanrı bulamamamız değildir. Tanrı diye saygı duyulan şeyi, "ilahi" bir şey olarak değil de absürt, zararlı bir şey olarak görmemizdir... Yalnızca yapılmış bir hata olarak değil, yaşama karşı işlenen bir suç olarak görmemizdir... Biz o Tanrı'nın, Tanrı olduğunu inkâr ediyoruz... Asla bir gerçekliğe dokunamayan ve gerçeklik bir noktada hakkını arayınca hemen bin parçaya ayrılan bir dinin, kaçınılmaz olarak, bu "dünyanın bilgeliği"nin, yani bilimin düşmanı olması gerekir.
Bir buyruk olarak 'inanç', bilimi veto eder, ne pahasına olursa olsun yalanlar... Paulus, yalan söylemenin çok gerekli olduğunu iyi biliyordu; kilise de bu gerçeği Paulus'tan ödünç aldı. Paulus'un kendisi için icat ettiği Tanrı, bu dünyanın bilgeliğini "absürtlük" derecesine indirgeyen Tanrı, aslında Paulus'un bu konuda kendi içindeki bir şeyi tamamlamaya dair mutlak kararlılığının belirtisiydi.
Paulus, bu dünyanın bilgeliğinden kurtulmak ister. Düşmanları İskenderiyeli iyi filologlar ve doktorlardır, onlara savaş açar. Filolog ya da doktor olan kişi, diğer yandan da deccal olmak zorundadır... Yani, bir filolog "kutsal kitapların" arkasına; bir doktor da tipik bir Hristiyan'ın bozulmasının arka planına bakar. Doktor "tedavi edilemez" der; filolog ise "sahtekâr..."