"Duvarları örümcek ağları kaplamış giriş katındaki bu evde deniz düşlerimi yazabiliyorum yalnız. Surlar, kıyılar hem yakın hem de uzağım onlardan. Kapılar arkamdan kilitlenmediğinde kıyıya kaçışlarımın bedelini iki odadaki tutsaklığımla ödüyorum işte. Ah bir sırra kadem basabilseydim o dehlizlerde. Terk edilmiş balıkçı teknelerinden birine atlayıp açılabilseydim bir yerlere. Yüzmeyi de bilmezdim halbuki. Boğulup geberirdim suda besbelli. Olsun kediler, sırdaşlarım, dostlarım kurtarırdı beni belki de. Ya da deniz korurdu serin sularında. Sadece kedilerle sırdaş olmak istemiştim ben. Tebelleş de olmuyordu bu zavallıcıklar bana. Ah bu karabasanlar peydah olmasaydı keşke. Mahalleli söylemeseydi de yerimi kocama o kuytularda kaybolup gitseydim. Talihime sövmekten başka bir halt gelmiyor elimden."
Kadınlar, erkekler, sokaklar; boğulan, sıkışan ve yorulan hayatlar... Bir öykünün insanlığın yaşam kesitlerinden çıkıveren her küçük dehlizin içindeki yolculuk olduğunu bilir okur elbette. Dehlizin içinde kaybolmayı becerebilmektir aslolan. Dolambaçlı yollarda sahici insanların kanlı canlı bedenleri akar anlatı ormanında çoğu kez. Rüyaları vardır her birinin. Uyanınca gerçekliğin katılığına ilenir öykü kahramanı. Pişen yemeğin kokusunda, belediye otobüsünün bir köşesinde sabahın alacasında mesaiden alelacele çıkmak isteyen yolcuların düşüdür öykü aslında. Anlatılan benim, senin ve belki hiç kimsenin hikaye/m/n/si... Erinç Büyükaşık, yeni kitabında yine sokaklarda, kalabalık caddelerde, boğucu ofislerde, ev içlerinde soluk almakta zorlanan bir nice insanın zihninden ve rüyalarından sesleniyor okuruna.