"(...) Aklım yüreğim Dicle'nin suları gibi üstten durgun alttan kudura çırpına akmaktayken o geldi.
O, beklediğim.
Tokalaştık. Muşamba sandalyenin güneşi biriktirmiş yırtık yüzüne aldırmadan teklifsizce oturdu, ben de oturdum. İlk cümlemiz birbirimize bakıp gülümsememizdi. Yırtıcı, paralayıcı, direnç dolu bir çift göz beklerken, karşımda gülümseyen çelimsiz, savaşsız, su sessizliğindeki gözlerin sahibi bu Laz kadın, dilime atılan ilk düğümdü sanki.
Bir Kürt gencinden ne duymak istiyordu ya da duymayı um- duğu neydi? Bu ülkede Laz'ın sorup da Kürt'ün yanıtlayacağı kaç soru tahammülle sona ulaşabilirdi ki. Bilmiyordum.
Sadece, çınarın, acısını yalnızca kendisinin duyumsadığı yarı- ğına, önünden akan hayatlardan taşlaşmış duvara, Dicle'nin uğultusuna karışan ceset seslerine baktığımız bir bakma ile birbirimize bakıyorduk. (...)"
("TAŞ MASA" adlı öyküden)