Hatırlamamak gerçekten unutmak mıdır? Artık ihtiyacımız olmadığını düşündüğümüz takvimlerde bulursak ya kendimizi. Yer üstündeki heykeller buz dağının görünen kısmı ise sadece… Nadide olanda kendi kötülüklerinin yansımasını gördükleri için birer canavara dönüştüyse yüzey insanları. Yer altındakini yok etmek, kendi kusurunu örtmenin tek yoluysa. Ölümün anlamsızlığı ve fütursuzluğuna çomak sokabilseydik peki? "Kötü tesadüfleri değiştirebilir miyiz?" Ebediliğimizin içinde faniliğimiz soluklanıyorsa. Ya da tam tersi. Ve dünya, ve ev kime ait? Hangimiz öz, hangimiz evlatlığız? İnsan, sadece anılarını geri istiyorsa. Ölümsüzlüğü arayan ruhlarımız, yaşam için ölümün bizzat kendisinin ölümsüz olduğunu kavrayamıyorsa.
Ayşegül Bostancı, hepimizin her gün gördüğüne başka bir boyuttan bakıyor. Dünyanın dibinden sesleniyor okura. Distopik, karanlık bir evrenden yüzeye çıkmış iç içe, sarmal öyküler… Baştan sona insanı anlatan bir labirentin içinde kayboldukça kendinizi buluyorsunuz.
"Takvimler, onlara sahip olan insanlar hakkında çok şey söyler. Hele benim gibi hangi yılda, kaç yaşında olduğunu bilmeyen, geleceği olmayan insanlara… Her adımımızda yeni şimdimize ulaşırız diyordu bir takvim yazısı. Oysa yeni şimdiler yeni geçmişler olmaya mahkûmdur. Hangi duvarda asılıydı acaba o? Evin her duvarını bir sene için ayırdım. Yatak odamın kapısının solundaki duvar sadece Seksen Yedi yılına ait, antredeki vestiyerin yanında kalan küçük boşluktaysa Kırk İki yılının takvimleri asılı. Ne kadar geçmişe gidersem o kadar az bulunuyorlar. Sahip olduğum en eski tarihlileri başlarına olmadık kazalar gelmesin diye çatı katında saklarım. Üzerlerinde sevimli yavru kediler, klasik otomobil fotoğrafları, çiçekler, dağ manzaraları, tarihî şehirler, güneş batarken kıyıya vuran dalgalarda koşan güzel kadınlar… Dışarıdan bakarken beni içlerine çekiyorlar sanki."