Eddie Jaku, "kendilerini önce Alman, sonra yine Alman ve ondan sonra Yahudi olarak gören" Leipzigli bir ailenin çocuğuydu. Birinci Dünya Savaşı'nda Almanya için ağır silah üretiminde çalışan babası gibi o da bir Alman Yahudisi olarak ülkesiyle iftihar ediyor; dünyanın en aydınlanmış, en kültürlü ve en eğitimli toplumunun parçası olduğuna inanıyordu. Ancak bu düşüncelerinin hepsi, Yahudi olduğu gerekçesiyle Nazi milisleri tarafından darp edilip tutuklanarak bir toplama kampına atılacağı 1938 Kasım'ında değişti.
Jaku, bundan sonraki yedi yıllık dehşetengiz yolculuğuna Buchenwald Toplama Kampı'nda başladı. Toplama kampında görevli eski bir tanıdığı sayesinde Buchenwald'dan çıkmayı başaran Jaku, Nazi zulmüne uğrayan grupları Almanya'dan çıkaran insan kaçakçıları aracılığıyla babasıyla birlikte Belçika'ya kaçtı. Nazilerin Belçika'yı işgaliyle birlikte Fransa'ya geçen Jaku, Alman panzerlerinin Müttefik ordularını önlerine kattığı sırada meşhur Dunkirk tahliyesine tanıklık etti. Akabinde Fransa'da kılık değiştirmiş bir Alman askeri sanılarak tutuklandı ve Almanların bu ülkeyi topyekûn işgaliyle birlikte Fransız polisince Almanlara iade edildi. Mühendislik becerileri sayesinde onu Almanya'ya götürecek trenden kaçıp, Belçika'da ailesiyle bir araya gelmeyi başardı. Ancak çok geçmeden jurnallenerek Gestapo tarafından tutuklandı ve tüm aile fertleriyle birlikte 1.1 milyon insanın son durağı olacak Auschwitz'e gönderildi. Onu ve ailesini peronda karşılayacak kişi ise "Ölüm Meleği" lakabıyla alınan Dr. Josef Mengele'ydi.
Yıllar boyunca maruz kaldığı dehşetler ve soykırımda yitirdiği tüm sevdiklerine rağmen Hitler'den intikâmını "dünyanın en mutlu adamı" olarak almaya karar veren Jaku, bu yer yer kederli yer yer de umut dolu hikâyesiyle, dört bir yanı karanlıklarla çevriliyken bile mutluluğu nasıl bulabileceğine dair insanlığa ışık tutuyor.