Bir dünya, kendimizi içinde bulduğumuz ve aşina olduğumuz yerdir. Bir dünya tam olarak içinde herkes için yerin olduğu (şeydir). Ama hakiki yer, içinde (bu dünyada) hakikaten yer alınabilen / vuku bulunabilen yerdir. Aksi takdirde bu, "dünya" değildir: "küre" ya da "yuvarlak"tır, "sürgün toprağı" ve "gözyaşı vadisi"dir...
Dünyayı yaratmak ise şu demektir: hemen, ertelemeden, bir dünya için, yani genel eşdeğerlik zemini üzerinde yükselen küresel bir adaletsizlğin karşıtını oluşturması gereken şey için olanaklı her mücadeleyi yeniden başlatmak.
Bir halk daima kendi icadıdır. Ama kendini, bir egemen edinerek olduğu gibi kendini bir egemene vererek ya da yine kendi kendisine egemenlik vererek de icat edebilir. Her varsayımda, halk kendini farklı şekilde tanımlar ve "halk" kelimesinin anlamını farklı şekilde belirler. Bir araya gelmiş / meclis oluşturmuş halk, boyun eğmiş halk, isyancı halk - ya da: gövde olarak halk, kitle halinde halk, ayrılık halinde halk. Kurucu egemenlik, yabancılaşan egemenlik, devrimci egemenlik...
Peki ya halkın başkaldırısı egemenlik olsaydı!
Adalet talebi ve adaletsizliğe karşı çıkma, adalet için bağıran çağrı, adalet için kendini tüketen soluk. Adaletin yasası bizzat adalete yönelik bu yatışmaz gerilimdir. Dünyanın kendisi kendi adaletinin en yüksek yasasıdır: verili ya da "olduğu haliyle" dünya değil, ama dünyanın belirivermesi olgusu, tam anlamıyla ahenksiz ahenk. Demek ki adaletin tek işi yorulmak bilmeden bir dünya; anlamın yatışmaz ve daima tedirgin egemenliğinin mekanını yaratmaktır.
- Jean-Luc Nancy