Sartre bireyinin yazgısını devralan insanoğlunu zorlu bir macera beklemektedir. Önce kendinde-varlık denilen şeyin kabuğunu kıracak, içindeki özü, kendi-için'ini özgür kılacaktır. Geride ise dönüp dolaşıp sığınacağı ne kabuk kalacaktır ne de korunaklı bir yuvası. Bu yenidoğanın hareketleri, anadan doğma bir körden veya rüzgarda uçuşan bir çiçekten farksızdır. Yenidoğanın da bunu anlaması uzun sürmez. Zira o, yakıp yıkmak için silahlanmış bu yeni varoluş biçimiyle bir yere varamayacaktır, bir şeye tutunmalıdır. Şimdi gereksinim duyduğu tek şey, ayaklarını yere sabitleyecek bir yabancı ettir.
İşte, cennetteki huzur bahçesinden yasak olana meylettiği için kapı dışarı edilen insanoğlunun, şeytansı olanın cazibesine kendini kaptırması, Tanrısal tahtına oturmak uğruna, bu şeytansının yabancı maddesini kendi insan-bedeninde sentezlemeye yeltenmesi bu yüzdendir. Nitekim o, ancak bu şekilde soyut varoluşunu somut kılabilecektir ve işte o zaman Olimpos dağında taht kurabilecektir... Fakat onunki bir varoluş çilesine evrilen bir karayazgıdır ve sonu her halükarda yenilgidir.