...
İsmet hocamın kıvrak kalemi ve naif üslubu ister istemez sizi hatıraların içine çekiyor. Bir öğrencinin sorununu çözerken kendinizi yanı başında hissediyorsunuz. Önüne çıkan engelleri aşarken onunla omuz omuza oluyorsunuz. İlgisiz bir idareciye derdini anlatmaya çalışırken siz adeta "bu kadar da olmaz ki!" diye isyan ediyorsunuz. Yarışmada derece aldığında en çok alkışlayan yine siz oluyorsunuz. Hele hele bir yarışmada öğrencilerin verdiği cevaptaki ufacık bir kelime yer değişimini siz de fark edemediğiniz için onunla birlikte sahneye atlayıp jürinin üzerine yürüyorsunuz. İçinizi burkan 12 Eylül ve ayazında bile boncuk boncuk terleten 28 Şubat bir seremoni halinde gözünüzün önünden geçiyor. Oyun içinde oynanan oyunlar, matruşka gibi bir daha hafızanızda yer ediyor. En acısı da "Elimi Tut Öğretmenim" diye feryat eden Murat'a yardım edememek sizi de kahrediyor. Elinizden uçup giden Sevtap'lara üzülüyorsunuz. Ya Gül'ünüzün annesine yazdığı mektup… Bir aile dramını iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Elinizden bir şey gelmese de gözünüzden gelen yaşlarla… İşte örnek bir öğretmenin ibretlik üç beş hatırası bu şekilde bir film şeridi gibi akıp gidiyor. Yazılmayanlar, yazılamayanlar da düşünüldüğünde aysbergin sadece su yüzüne çıkabilmiş kısmını görüp yetiniyorsunuz. "Yazmak bir ihtiyaçtan doğar. Dolan boşalır. İnsan düşünce ve duygu bakımından dolduğu anlarda anlatma ihtiyacı duyar." diyor İsmet Hoca…
...