Bu dünyaya ayrılmaya mı geldik? Bu dünyaya ayrılıp da mı geldik?
Ana babalar kendi ana babalarından doğamadan mı bizim ana babalarımız oldular? Sahi bu dünyada kim kimdik? Sınır neredeydi? Ben nerede bitiyordum da öteki başlıyordu? Fay bu yüzden mi vardı? Mevsimler neden böyle çabuk dönmüş ve yine yaz gelmişti?
Yoksa en uzun yol yaz mıydı?
Her şeyi baştan anlatmalı… Karşı yakadan bakınca mavi göründüğünden bihaber olduğum kentte doğdum. Yıllar geçti. Büyümeye çalıştım. Soluk alıp verdim. Annem mutfaktan, buna hayat denir, diye seslendi. Olmadı. Babam bütün hiddetine sığınıp, gözlerini kendinden ve bizden esirgeyerek, buna hayat denir, diye bağırdı. Odalarımıza kaçıştık. Yine olmadı. Belki de onlar ağızlarından çıkana inanmadıklarından bir türlü olamadı, bilemiyorum. Yıllar böyle geçti. Soluk alıp verişimizin hayat manasına geldiğine inanmaya ve diğerlerini buna inandırmaya çalışarak. Bozguna uğrayışımızın aşikâr olduğu noktada, annem bütün gücünü rahminde toplayıp gebe kalmayı başardı.
Hayatları altüst eden yıkıcı bir sarsıntının ardından seyri değişen çocukluk, bambaşka bir şehirde büyümeye doğru yeniden kuruluyor. Kabuk değiştiren hayatın içinde yeşeren dostluk önce bir kayıp, sonraysa uzun bir yolculuğa, bitimsiz bir arayışa dönüşüyor. Gerçek, ağaçların sesi, denizin kokusu, şehirlerin ve yolların büyüsü, kardeşlik ve dostluğun emniyeti arasından kendine yol açıyor.
Edebiyatın perdesini öyküleriyle aralayan Işıl Aydın, ilk romanı En Uzun Yol'da kulağını yere dayayıp yeryüzünün nabzını dinliyor, ağaçların gölgelerini tarayarak uzun yollara düşüyor, uzaktan mavi görünen şehrin içine kendi rengini katıyor. En Uzun Yol, bir arayışın öyküsü ve Aydın, gözünü budaktan sakınmadan, usta işi bu ilk romanla perdenin üzerine hiç kapanmayacağının teminatını veriyor.