Şimdi bu neyin ağlayıp sızlanışıydı böyle? Ya bu yorgun kollar arasındaki beyaz meftun, o da kimin nesiydi? Yağmur tüm şiddetiyle üzerlerine yağıyordu. Kefenden sular sızıyordu. Mezarda sular birikmişti. Acaba göl mü sanmıştı kendini? Neydi göğün bu feryadı? Evladını yitiren ana mıydı, sevdasını askere yollayan sıla mıydı? Tıpkı annesine ağladığı gibi ağlıyordu gökyüzü. Eller, toprak taşıyordu mezara. Her dosttan bir avuç toprak… Sevenlerin elleriyle kapanıyordu o çukur. İki mezar taşı… Biri baş diğeri ayakucuna… Çiçekler bırakılıyordu başucuna. Dualar dökülüyordu üstüne. Fırtına birazdan susup kalacaktı öylece. Sonra gök susuyor. Rüzgârın titrettiği yapraklar ve sekip duran tüm kuşlar bir bir susuyor. Sadece babasının ayak sesleri duyuluyor. Elinde sımsıkı tuttuğu bir fotoğraf, öpüyor ve usulca mezarın başucuna, çiçeklerin arasına bırakıyor. Uzun, sarı saçları olan güzel bir kız var fotoğrafta. Gözleri koyu mavi olan bir kız… Yaklaşıyor ve toprağa dokunuyor. "Öldüm mü?" diye soruyor kendi kendine. Garipsemiyor bunu fakat bir kez daha sormaktan alamıyor kendini. "Öldüm mü yani?"