"Bugün yokluğunun gürültüsünü, kentin sessiz ölümüne eş tutuyorum. Bir kent böyle ölebilir hiçlikle.
Anılar, kırık aynadaki siluetin gibi kesik kesik, eksik, üzgün ve gölge gibi peşimde. Gölgeleri yok etmek için güneşi doğurmalıyım, biliyorum…"
Nilgün Çelik'in öyküleri hayatın sokaklarında dolanan bir rüzgâra benziyor.
Geçtiği her sokakta etrafa iyice bakıyor.
Her balkon demiriyle, her pencere ışığıyla, her sessiz çığlıkla durup soluklanıyor ve sırtına yüklediği acıları önce yazı masasına döküyor, ardından naif öykülere dönüştürüyor.
Bu hâliyle Çelik'in öyküleri hayattan intikam almaya çalışıyor gibi.
Değindiği konular her ne kadar büyük trajediler barındırsa da Çelik, sakin kalmaya ve çağının tanıklığını yapmaya çalışıyor.
Nilgün Çelik, an'ların öykücüsü.
Önemsiz gibi duran ama saklıda, yürekte yankıları sürüpgiden an'ların… Ve ayağımızın altındaki yerin bir anda yarılması gibi beliren o beklenmedikani trajedilerin… O aynı zamanda bir dil ustası. Hafif bir kalemi var, an'lara dokunan veonları titreştiren.
Ergenlerin neşeli bir argo ile süren taze yakınlaşmalarını, yıkık hayalleriarasından kendini yeniden yaratan bir kadını, ya da ensest yarasını değinmelerle anlatırken,sakin üslubunda merakı diri tutan, hep bu dil ustalığı…