Ali,1541'de Gelibolu'da hali vakti yerinde edebiyatla ilgilenen bir tüccarın oğlu olarak dünyaya geldi. Onun vasatın üzerinde bir zekaya ve edebi kabiliyete sahip olması ve aile münasebetleri bir reaya olarak mümkün olan en iyi eğitimi almasına vesile oldu. 1560'ta İstanbul'da Osmanlı İmparatorluğundaki Müslüman yöneticilerin ve aydınların dahil olduğu ilmiye sınıfında kendisine bir yer veren Sahn-ı Seman seviyesindeki en yüksek medrese eğitimini başarı ile tamamladı. Âli kendisini daima ulema sınıfından birisi olarak görmesine rağmen açıkça söylemek gerekirse hiçbir zaman o sınıfın bir elamanı olmadı. Başından itibaren o bir alim olması için gereken uzun ve zahmetli bir çalışma devresini atlamak istedi. Ve Sultan Süleyman'ı takiben tahta geçen Selim II'nin Konya'da sarayında ilk Farsça divanını sunarak şansını denedi. Yazarımız edebi başarıyla çok gururlanmasına sadece on beş yaşında iken pek mütevazı olmayan Âli mahlasını almış olmasına rağmen yine de bir saray şairi olarak ve prensin musahibi olarak kabul edilmedi.
1562-63'te Ali, iş için İstanbul'daki saraya doğrudan müracaat etti. Fakat yine de kabul edilmedi. Bu geri çevrilişten sonra, Âli prens Selim'in eski olan Mustafa Paşa'nın himayesine girdi. Mustafa Paşa'nın özel sekreteri oldu. Ve patronun ölümüne kadar yirmi yıla yakın bir zaman bu görevi sadakatle yürüttü. Aynı yıl (1562-63) Lala Mustafa Paşa'nın Halep beylerbeyliğine atanması üzerine onunla Halep'e gitti. Sonraları patronuyla beraber kısa fasılalarla görev gereği görev gereği Şam'da Mısır'da sonra Şam'da bulundu. 1568'de Mustafa Paşa Mısır'ın askeri komutanı Koca Sinan Paşa ve Âli'nin
daha sonraki patronu sadrazam Sokullu Mehmet Paşa ile (1579) ciddi bir ihtilafa düştü. Fakat bu durum kısa zamanda artık Sultan olan Selim'in (1566-1574) etkisiyle düzeltildi. Ve Mustafa Paşa divan veziri ve musahip olarak terfi ettirildi.
Muhtemelen Âli'nin bir sekreter olarak bu ihtilafın içerisinde olması sebebiyle, Âli patronun başkente gidişinden faydalanamadı. Ve patronu Lala Mustafa Paşa ile aralarına bir müddet soğukluk girdi. Âli bu dönemin çoğunu Bosna'da timarlı sipahi ve sancak beyi Ferhat Paşa'nın sekreter olarak geçirdi. Bu sürgünden ve saraya müteaddit başvurudan sonra Âli 1578'de Safevilere karşı yapılan savaşın komutanı oldu. Lala Mustafa Paşa'nın sekreteri oldu. Sonraki yıllarda Âli onunla Kafkas ve Doğu Anadolu cephelerine gitti.
1580'de Mustafa Paşa'nın ölümünden sonra Âli o zaman ve daha sonraları her ikisi de sarayda Sokullu'ya karşı bir hizibin elemanları olan meşhur tarihçi birçok sultanın özel eğitmeni Hoca Sadedin ve Gazanfer Ağa gibi önemli görevlerden mali destek ve eserlerine bahşiş almasına rağmen yine de bir patronun himayesinden mahrum kalmıştır. Hayatının geri kalanını hamiler saraydaki hamilerinin sayesinde fakat çoğunlukla birçok kısa dönemlerle eyalet yönetiminde orta sınıf bir memur olarak geçirdi. 1581-82'de Âli bu sefer timar defterdarı olarak Halep'e gitti ve 1585-86'da Erzurum defterdarı oldu. Gelir açısından ele alırsak (yılda 140. 000) akçe belki de en yüksek ücretili memuriyeti idi. Ve bende onun kim olduğunu ortaya çıkaramadım. Âli'nin Şehnameci Lokman'ın eserini de Künh'ün kullandığı bilinir. Sonuç olarak Nutki ve Talikzâde'nin yazılarını da kullanmış olabilir. Fakat  li'nin kaynaklarının önsözde bahsedilenlerden daha fazla olduğu kesindir. O eline geçen, dokümanlardan ve kendisine sözle ulaşan bilgilerden de istifade etmiştir. Yine de Âli'nin kaynaklarının daha fazla tanımlanması ve bu kaynakları nasıl kullandığı sorusu bu çalışmanın hacmini aşar.
Künh'ün sadece muhtevası ve kaynakları değil dili de dikkatimizi çeker. Yukarıda bahsedildiği gibi Künh'ün Osmanlı tarihçiliğinin son dönem gelişmesinde çok önemli bir yeri vardır. Son dönem Fars yazar ve tarihçilerinin kullandığı süslü nesir ve kısa şiirli oldukça gelişmiş edebi tarz Âli için çok önemlidir. Fars nesir yazarları arasında tarihçi Vassaf (Ö. yaklaşık 1330) meşhur ''tarih''i ile mübalağa ve süslü yazma sanatına büyük bir katkıda bulunmuştur. Vassaf Türkçe yazan Osmanlı tarihçileri tarafından çoğunlukla taklit edilmiştir
XV. yüzyılın sonlarından başlayarak Arapça ve Farsça'dan birçok kelime alan Türk dili oldukça ileri bir düzeye gelmiştir. Âli' altmışlı yıllarının başından itibaren tamamlanmayan Enis ül Külub adlı ilk eserini yazdığında bu dil üzerine esis bir ustalık kazanmış ve kendine has kelime kalabalığında boğulmayan bir nesir sitili geliştirmiştir.
Birinci rüknün genel girişinde Âli, mübalağadan kaçınmağa ve hem sıradan insanlar hem de seçkin tabaka için faydalı olacak iyi bir tarz kullanmaya niyet ettiğini açıkça ifade eder.
Âli ,1588-89'da yine defterdar olarak atandı. Doksanlı yıllarda Âli, çok kısa dönemlerle Anadolu'dan yeniçeri katipliği ve sancak beyliği yapmasına rağmen vaktinin çoğunu İstanbul'da nihayet Mekke'nin Limanı Cidde'ye emin ve emir olarak atandı. 1599'da son kez İstanbul'dan ayrıldı. Ve bu en önemli Eyalete beylerbeyi olma ümidiyle gururlanarak Mısır'a gitti. Fakat Âli Mekke'deki kutsal yerleri ziyaret ettikten sonra 1600 yılının başlarında Kızıldeniz'de bir görevde iken öldü.
O'nun iş hayatı için söylenebilecek en önemli şey bu hayatın bu hırslı ve gururlu adamı tatmin edemediğidir. Bu ümit verici bir başlangıç ve erken gelen saray yaşantısı neredeyse 20 yıl süren Lala Mustafa Paşa bağımlılığı, onu ilmiye sınıfında bir yer edinmekten ve pratik olarak kültür merkezi olan başkentten uzaklaşmıştır. Bu onun şanssızlığı idi. Onun iş için müracaatları edebi çalışmalarına ithaf etmesi ki. Eserlerinin çoğu ileride patronu olması muhtemel kişilere ithafen yazılmıştır. Edebi yeteneğin maddiyata dönüşebileceği güç merkezinde kendine iyi bir pozisyon sağlamıştır.
Saraydan ve başkentten erken uzaklaştırılması ona birçok düşman kazandıran sert yaratılışı ve meslek hayatındaki değişken yapısı onu öylesine üzmüştür ki neredeyse temelli olarak emekli olmaya gayesinden vaz geçmeye hazırdır. 0na göre. Şanssızlığı Sokullu Mehmet Paşa gibi sadrazamların kendilerini etkilemelerine izin veren sultanların edebi kabiliyeti ve geleneği ihmal edişleriydi. (Önemsemeyişleri idi)
Âli'ye göre bu Sultan Süleyman'ın (1520-66) şaşalı yıllarından sonra imparatorluğun tehlikeli bir kırıiz içerisinde bulunan duygunun bir işareti idi. 1590 larda Âli bu düşünce içerisinde tarihi üzerinde çalışmaya başladı.
Künhü'l Ahbâr:
Âli, Künhü'l Ahbâr üzerinde çalışmaya yeniçerilerin imparatorluğu sarsan şiddetli isyanından iki yıl sonra uğursuz H. 1000 yılında (1591-92) başladı. Bazen eyaletlerdeki isyanlar ve İstanbul'u harabeye çeviren büyük yangın takip etti. Âli'inin Künhü'l Ahbâr üzerine çalışması İstanbul'u temelli terk ettiği 1599 yazına kadar devam etti.
IV. bölümün önsözü ki bu yangın konusudur. İlk defa 1577-80 ve 1599 yılları arasında yazılmıştır. Metin de Âli bu rüknde (Dört bölümde böyle isimlendirilir) H. 1006 (1597/98) yılına kadar olan Osmanlı tarihi ile ilgilenmek istediğini açıklar. Son eserlerinden biri olan Mevaidün Nefais'de Âli H. 1008 (1599) yılına kadar Künhü'l ahbar'a ilaveler yaptığınıyazar.
Künh'de anlattığı son büyük olay veya daha çok olaylar dizisi 1596 yaz ve sonbaharındaki Eğri seferidir. Önsöz seferin enson hedefi olan müstahkem Eğri kalesinin alınışını anlatır. Bu bölümün sonunda Âli, Künh'ün dört bölümünü yazma işlemini tamamladığını da bildirir. Bu bizim önsözün kitabın son şerhine ait olduğu gerçeğini gösterir.
Eser Osmanlı devleti'nin gelişmesinin önemli bir döneminde yazılmıştır. Devletin bir beylikten durmaksızın genişleyerek kırk beylerbeyliğine gelmesi ikibuçuk asır kadar sonra duraklayarak maddi, sosyal ve kültürel karışıklıklarla karşı karşıya kalmıştır.
Krizin gerçek yapısının ve hatta tarihinin tarihçiler arasında hala münakaşa konusu olmasına ve o dönemdeki birçok batılı gözlemcinin imparatorluğu gücünün zirvesinde kabul etmelerine rağmen gerçek şudur ki: Âli gibi birçok yazara göre o tekte de değildir. XVII. asrın ellili yıllarında kötüye doğru esaslı bir gidiş başlamıştır. Âli'nin Künh'ü yazmasının en önemli sebeplerinden biri, Osmanlı İmparatorluğu'nun ve İslam kültürünün bu muhteşem gelişmelerini geniş açıdan göstermek ve sultana sorumlu ulemaya ve devlet adamlarına, bütün aydınlara geçmişlerini ve görevlerini hatırlatmaktır.
Künh başlangıçta pek ilgi çekmeyen bir eserdi. Öyle ki yazar bu eser için kimseden bahşiş almadı ve sonunda da kimseye ithaf etmedi. Bu demektir ki bu eser tarihi olaylarla ve doğru adetlerle ilgilidir. Ve bu sebeple Mevaid ve Nushatü's Selatin gibi diğer eserlerinin suistimallerine Sultan III. Murad'ın dikkatini çektiği, Nushat isimli eseri prenslerin aynası olarak kabul edilir. Bu eserde ve bu tip eserlerde sıkça karşılaşılan bir edebi gruba mensup olma özelliği yoktur. Eser, yazarın bir memur olarak tecrübelerine ve arkadaşlık duygularına dayanmaktadır. Aynı şey onun aynı derecede meşhur olan devrindeki Osmanlı toplumunun tafsilatlı bir kritiğini veren son eseri Mevaid içinde geçerlidir.
Künh'ü bir bütün olarak ele alan tarihçi tarafından tarafsız olarak yazılmış olmasına rağmen IV. rükünde ve bilhassa onun önsözünde görüldüğü gibi çağdaş Osmanlı toplumunun çöküşü konusuna değindiği yerlerde, hayal kırıklığına uğramış kızgın bir memur ve yarı alim birisi tarfından kaleme alınmış intibaını verir. Saraydaki bozulma ve sultanların sorumsuzlukları konusunda ise öfkesini gizlemek için çoğunlukla çok zekice hillere ve edebi sanatlara başvurur.
Eser, Mesudi ve Taberi gibi meşhur tarihçiler tarafından geliştirilmiş olan parlak ve eski bir geçmişe sahip müslüman tarihçiliğine uygun beynelminel tarzda verilmiştir. Bu tarzda yazılmış tarihler tam bir kronolojik sırayla dünyanın gelişimini tanımlamasıyla başlarlar. Onlar evrenin yaratılışından yola çıkarlar. Finalde de çoklukla destanımsı ve örtülü İslam öncesinden bahsederler. Yazarın millitciliği yüzünden sadakat gösterdiği hanedan, coğrafi durum (ülke) ve hamilerinin olduğu çağdaş dünyanın olaylarını anlatırlar. Allah'ın İnsanlara çizdiği yolun dışında kalan gayri müslim dünyası çoğu zaman tarihçinin ilgisi dışındadır. Künh'de gayri müslim tarihi çok az yer tutar. XIII yüzyıldan itibaren Arap edebiyatında devam eden zengin bir gelenek olan dönemlerin dinî şahsiyetlerinin biyografilerine ve Osmanlılarda ve eserin hacmine uygun bir şekilde yer verme ve özellikle Pers taarihçiliğinde moda olmuştur. Arapça ve Farsça eserler geleneksel basit tarih ve tarihi destan yazmak sarayda ve hamileri nezdinde önemlerini kaybettiler. Gelişen imparatorluğa hem yerli hemde Arap, Fars geleneğine uygun yeni bir edebi tarihçilik ortaya çıktı. Eserler Arap ve bilhassa Fars edebiyatının söz sanatıyla zenginleştirilmiş bir Türkçe ile yazılmıştır.
Dünya tarihi yazan ilk Osnanlı yazarı Şükrullah'tır. (Ö 1488) Şükrüllah bu yeni tarzda Osmanlı Türkçesiyle yazmakta bir fayda görmedi ve Farsça yazdı. Bu tür tarih yazıcılığı takib eden yıllarda rağbet görmdi. Sonraki asırda Nişancı Ramazanzade Mehmet Paşa (Ö 1571) artık tam gelişmiş Osmanlı Türkçesi Türkçesiyle bir dünya tarihi yazdı fakat çok kısa idi. Âlî İstanbul'da çalışırken onu şahsen tanımıştı. Onun eserine hayrandı ve onun tarzını sürdürmeye çalıştı.
Künh edebi dilde yazılmış gerçek tafsilatlı beynelmilel tarihtir. Künh yaratılıştan Macar seferine kadar olayları içine alan ve Osmanlı sadrazamları, ulema şeyh ve şairler gibi diğer yüksek memurların geniş biyografilerini ihtiva eden ilk eserdir.
Eser, rükn denilen dört bölümden ibarettir. Muhtevası kabaca aşağıdaki gibidir. Birinci rükn genel girişi, yaratılış tarihini, peygamberler tarihini Hz Muhammed ve arkadaşlarını ve oniki imam tarihini kapsar. İkinci rükn Abbasi ve Emevi halifelerinin tarihini anlatır. III. rükn Tatar ve Türk hanedanlarının tarihini, IV. rükn ise; Âli dönemine kadar olan kronolojik Osmanlı tarihi ile ilgilidir. IV. rükn Murad III:(1575-95) ve III. Mehmed (1595-96 hariç/1603) hariç sultanların saltanat sırasına göre düzenlenen biyografik bölümler ve bir giriş ihtiva eder.
IV. rüknün giriş kısmı Leiden kitabında 14 varaktan oluşan beş kısma bölünür. Birinci kısım Allah'a ve yaratılışa ve bilhasas Osmanlı hanedanına övgüdür. İkinci kısım yazarın Künh'ün bu bölümü eserin yazılış sebebini anlattığı önsözdür. Üçüncü kısım Anadolu ve Rumeli'deki Osmanlı nüfusunun orijinini veren kısa bir bölümdür. Bu kısım aynı zamanda XI. yüzyıldan XIV. yüzyıla kadarki politik, sosyal ve kültür tarihinin özetini verir. IV. kısım Osmanlı İmparatorluğunun oluşmasına, devşirme yoluyla katkıda bulunan ve imparatorluğun sınırlarında yaşayan farklı uluslarla ilgilidir. IV. bölüm fizyonomi ilmi ile ilgili bir giriştir. Ve esas olarak müslüman yöneticilerin bilhassa Büyük Osmanlı sultanı Fatih Sultan Mehmet (1444-1446 ve1451-1481) Selim I (1512*1520) ve Kanuni Süleyman (1520-1566)'ın ünvan ve durumlarrı ile ilgilidir. Âli kararların verildiği güç merkezinde bir görevde bulumadığı için tarihinin temel gerçekleri, çadağ gelişmeleri anlatırken bile harici kaynaklara dayanır. Onun yazılı kaynaklarının çoğu I. IV. rüknlerin önsözlerinde verilmiştir. I. rüknün önsözünde Âli yakalşık 600 ciltten oluşan 130 Arapça ve Farsça eserden bahseder. Bunlardan sadece üç tanesi Osmanlılarla ilgilidir. Bunlar Seyyid Ali Çelebi tarafından 1553-58 tarihinde yazılan Miratü'l Memâlik meşhur alim ve şehü'l islam Ebusuud Efendi'nin (Ö-1574) ismi verilmeyen bir eseri veTaşköprüzade tarafından 1558'de yazılan biyografik bir sözlük niteliğindeki Şakâyıku'n Numâniye'dir. IV. rüknün önsözünde Âli, Aşık Paşazâde'den Hoca Saddeddin'e kadar olan dokuz yazardan bahseder. Ve Osmanlı tarihi tarihi geleneğinin kısa bir özetini verir. Bölümün ikinci yarısında, Fars şairi Firdevsi'nin 600 yıl kadar önce Şahnâmesi'nde yaptığı gibi görevi sultanların yazdığı şiirle övmek olan dönemin saray şairleri Lokman, Talikzâde ve Nutki'den küçümseyici bir dille bahseder.
Bu oniki yazarın isimleri ve eserler çok iyi tanınır ve IV. rükn'ün esas konusundaki açık iktibaslardan çoğunun bunları kaynak olarak kullandığı açıkça anlaşılmaktadır. Bunun bir istisnası olarak önsözde belirtilen fakat onu metinde ondan aktarma yapıldığına dair hiçbir işarette bulunmayan Kemal Paşazâde'nin (Ö-1534) meşhur tarihi sayılabilir. Âli'nin önsözünde belirttiği Cami-ül Maknunat adlı eseri kaynak olarak kullandığı açıktır. Fakat bu eserin yazarı olarak bilinen İsa hakkında hiçbir bilgi yoktur. Âli'nin Şehnameci Lokman'ın eserinde Künh'ünde kullandığı bilinir. Sonuç olarak Nutki ve Talikzâde'nin yazılarında kullanmış fakat Âli kaynaklarının önsözünde bahsedilen sayıdan daha fazla olduğu kesindir. O elinden geçen dökümanlardan ve kendisine ulaşan sözlü bilgilerden de faydalanmıştır.
Bu eser 1993 yılında İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yeniçağ Tarihi Anabilim Dalında kabul edilen doktora tezinin gözden geçirilmiş halidir.