Bir bavul ya da denk; bir bilet ya da uzun bir yürüyüş; bir mülk, apar topar terk edilmiş ya da bir ev, "kapatılmış" veya "dağıtılmış," eşyaları satılmış ama bolca hüzün, içe akıtılan gözyaşı; dönüşü baştan unutulmuş bir gidiştir göç. Ama hepsinden önemlisi insanın değersiz kılınmasıdır, insanın kendini yerinde yurdunda değersiz hissetmesidir. Bu yüzden gönüllüsü yoktur göçün, daima zorunludur, zor yoluyladır. Boşuna dememişler işte "umuda yolculuk." Kendini kandırmazsan "göçmen"liği kabul edemezsin, ağırdır çok…
Günümüzde en çok dikenli, jiletli, yüksek mi yüksek bir tel örgü ya da kıyıya vuran cansız bedenlerle anılıyor göç; kurtuluş olarak görülenin ‒çoğu kez ölümden kaçışın‒ ölüme kapı aralanması.
Oysa canlılar için, göç etmek yaşamda kalabilmenin doğal bir gerekliliğiydi, coğrafi ve iklimsel koşulların dayattığı bir zorunluluk. Bugünse "göç" insanın yer değiştirmesine indirgenmiş gerçek bir trajedi.
İncir çekirdeğini doldurmaz bahanelerle ülkelerin iç işlerine dışarıdan yöneltilen silahlı-askeri müdahale, şiddet, ölüm tehdidi insanları kendi yurtlarından, ocaklarından göçe zorladı. Oysa ne zordur, ne can yakıcıdır hazırlıksız, isteksiz böyle bir kopuşun göbeğine düşmek.
Çukurova Öykü Ödülü bu gerçekler doğrultusunda yola çıktı bu yıl, Göç ve göçmenlik olgusuna edebiyat aracılığıyla dikkat çekmek istedi, biraz olsun "onları" anladığımızı göstermek.