Adada yaşamak dışarıdan günü birlik kaçamak yapmaya benzemez. Kaçamazsın adadan. Ada peşini bırakmaz. Bir yandan özgürlüktür ada; bağıra çağıra şarkılar söylersin çamların altında, at koşturursun orada burada, bir yandan tutsaklıktır; bir lodos olur, başın tutar kıpırdayamazsın hiçbir yana. Ama adalılar, uzak da olsa adalarından bir takım tutar gibi görünemez halatlarla bağlıdır iskelelerine. Nüfusu ne kadar olursa olsun ıssızdır her ada. Ama her adalı, adanın keyfini çıkarmak için elinden ne geliyorsa onu yapar. "Halki To Putanaryo" adlı öykümde sık sık tekrarlandığı gibi 'Çünkü ada çok sessiz eğlence gerek.'
"Dökme taşların bulunduğu mendireğin ucunda oturuyorlardı. Üç kişiydiler. Güneş batmak üzereydi. Deniz daha bir keskin kokmaya başlamış, martı çığlıkları artmış, eylül neredeyse sona ermişti. Aralarında en genç olanı çapari oltasının sekiz iğnesini de birbirlerine karıştırmamaya dikkat ederek, elinde tuttuğu dokuz liralık Kınalı Bağ şarabının tuzlu mantarına iğneleri tek tek saplıyordu. Her bir iğneye iliştirilmiş tüyler suya girmeden önceki canlılığını kaybetmiş gibiydi. Saatlerdir üslendikleri yem görevini başarıyla sonuçlandırmış olmanın rehavetiyle boyunlarını bükmüş bir sonraki ava kadar mantar yuvalarında dinlenmeyi bekliyorlardı. Büyük beyaz bir martı genç adamın elindeki çapariye doğru sorti yaparken, iğnelerin ucundaki tüylerden olsa gerek etinden et koparmışlarcasına çığlığı bastı." Mavruşgil