Her türlü etkiye, saldırıya açık bedenim öylece duruyor ortada. Bu organlar, bu beden ne kadar benim? Hücrelerim, sinirlerim, beynimi oluşturan sinir hücreleri ne kadar benim? Bir mahzende, ışıkla karanlığın yenişemediği bir yerde, çıplak ayaklarımla toprağın üstünde duruyorum. Yüz binlerce karınca yavaş yavaş tırmanıyor üzerime. Kulaklarımın içine, ağzıma, burun deliklerime giriyor, beynime doğru ilerliyorlar. Lâhitlerin kapakları oynuyor nekropolisimde. Ölüler kalkıyor yavaş yavaş. Toprak yeniden ölü bedenlerin şeklini alıyor, doğa aldıklarını kusuyor geriye. Üzerimde yürüyen, beynime ulaşan karıncaların temâsı, mahzende bitiveren sayısız böceğin cızırtılı ayak sesleri, kara kabuklarından yansıyan siyah ışık, boğuk iniltileri yeniden bedenlenmeye çalışan ölülerin; kendi mahşerimin ortasındayım. Nereye kaçabilirim? Hangi surun ilerisinde, hangi tapınağın ötesinde, hangi kemerleri aşıp, hangi yamaç mezarlarını arkama alıp, tırmanıp taş basamaklardan, hangi agoraya atabilirim istilâ edilmiş bedenimden kurtarabildiğim ruhumu? Hangi sarnıçların serinliği vururken batmaya yakın bir güneşin sonsuzlaştığı agoraya, sadece ve sadece gökyüzünün izlenimci böceğinin görünüp kaybolduğu o ânda, bir nazar atabilir ruhum cennetine?