"Yakasında karanfiliyle Elçin Beg, oteldeki odasında koltuğu duvarı kaplayan manzara resmine dönük, dalgın oturuyordu. Bunu yapmayı adet edinmişti. Pencereden göreceği neredeyse otele değecek kadar yakın bina, sokak hayvanları ve nadiren oradan geçen insanlardı. O da alternatif bir pencere seçmişti kendine. Uyuyamamıştı, yorgun gözleri kapandı kapanacak. Yine de sabah olunca kalkıp, tıraş olmuş, giyinmişti. Her gün kendini böyle yeni güne hazırlıyordu. Gönlünde her gün, kızıyla buluşacağı gündü. Onu böyle, mağrur, yakışıklı, temiz, düzgün giyimli görmeliydi. Tabakası açık, dizindeydi. Uzanıp, fotoğrafı okşadı. O fotoğrafın yanındaki boşluğa yıllar öncesinden bir anı yansımıştı yine. 1974 yazının İstanbul'u olmalıydı. Sonsuz merhameti ve bir o kadar acımasızlığıyla Kasım, onu kızının olduğu yetimhaneye getirmişti. Sözünü almıştı yolda; kızı Şirin'i gösterecekti ona, geminin kalkmasına bir saat kala, pis, dar bir zamanda. Odada, yaşları üçle altı arası, birbirinden sevimli beş kız çocuğu, bir divanın kıyısına dizilmiş, televizyona bakıyordu. 'Hangisi?' diye sordu Elçin Beg, alacağı cevaba canı teslim."