Görülmemiş olanın görünüre ulaşımını denetleyen bekçiye, tüm sahneye girişlerin efendisine, belirmenin sınırlarının muhafızına ressam denir.
Ressam, görülmez olanın gecesinde, görünürün bloklarını bu geceden, aşkla ya da çoğu kez zorla, çizgi çizgi, leke leke söküp almak için bir maden damarı kazar. Bir simyacı gibi, tablo ile, o olmasaydı kesinlikle görünmez kalacak olanı, yani bizim görülmemiş diye adlandırdığımız şeyi görünüre dönüştürür. O, yukarıdaki ve aşağıdaki suların ayrılığını, görülmemişle görünür arasındaki ayrımı önceden karanlık kaosta çalışır. Yarı şahit, yarı baş melek işçi olarak dünyanın yaratılışına geri gider. Libido vivendi, yani imge ile şeyi kesin bir denklik içine sokan saf görme arzusu, her şeyin bir imgeye indirgendiği ve her imgenin bir şey değerinde olduğu bir dünyayı tanımlar. Bu denklik mutlak bir tiranlıktır: İmgeler dünyasına giriş, neşeli bir zevk için imgesel olanı özgürleştirmekten ziyade zihnimizi ve arzumuzu, adeta bir imgeler hapishanesine kapatır gibi, şeylerin dışına hapseder- imgeyle ilgilli bir sürgün. Sonunda arzu kendi nesnelerini karanlıktan çekip alır, zira artık, görünür ve dolayısıyla, bir anlamda kabul edilebilir kılınan ya da en azından dağıtım ağında kabul gören bir imgeden fazlası değildir. İmge bizim için bir tarzdan daha fazlası - bir dünya- haline gelir. Dünya imge olmuştur.
Kabaca söylemek gerekirse, bugün tarihin görsel- işitsel çağında yaşıyoruz. O halde bu sakin devrimi, tereddütsüz bir coşkuyla kutlamak uygun düşer. Ancak biz bunu yapmayacağız. Bu görsel- işitsel devrimin özgür kıldığını ya da açığa vurduğunu söylemeyeceğiz. Eğer bizi boğmakta olan gevşek mutabakatlar arasında hala boş yer varsa, burada sorulması gereken soru şudur: Neyin imgesi olarak sunar bu imge kendini?