Dîni bireyin özel hayatına indirgemeyi, kamu ve toplum hayatından dışlamayı amaçlayan laikliği ve dünyevîleştirmeyi sosyal ve siyasî programlarının omurgası yapanlar, belli bir dönemi kaplayacak dayatmalar, eğitim ve öğretim faâliyetleri sonunda İslam'ın, toplum hayatından uzaklaşacağı ve bireyin özel alanına, özel hayatına hapsolacağı, bir sonraki aşamada da belki bir geçmiş zaman hatırâsı olarak kalacağı hesabını yaptılar. Bizde ve başka ülkelerde, insan ve toplum bilimlerine de aykırı olan bu hesaplar tutmadı.
Pozitivist düşünce mensuplarının meşhur üç hal, durum, aşama teorileri de geçerliğini kaybetti. Bugün Batı'da ve Doğu'da, zengin ve yoksul ülkelerde, okumuşlar ve okumamışlarda bilim, din, hattâ efsâne yan yana yaşıyor. Bazı zaman ve zeminlerde biri, bazılarında diğeri ön plâna çıkıyor. Sanılanın ve beklenenin aksine, madde ile uğraşan ve ancak madde dünyasının bazı bilinmeyenlerini bilinir hale getiren bilim, insanların bütün ihtiyaçlarına cevap vermiyor, boşluklar sanatla (üstelik bunun da gerçek hayattan kaçan ve uzaklaşan türleri ile), uyuşturucuyla, efsâne ve hurâfelerle, dinle dolduruluyor.
Bizim dînimizin, fert ve topluluklar olarak bütün insan hayatına hitap etme özelliği, bu din temelinde oluşmuş kültür ve medeniyetimiz ve hâlâ bunlara sahip çıkan toplumumuz başka -kültür guruplarına nisbetle- dînimizi daha içten ve daha yoğun olarak yaşıyor. Kanun ve cezâi yaptırım yoluyla mecbûr edilmedikleri, hattâ önlerine engeller konduğu halde dîni, hayatlarına uyguluyor, hayatın her alanı ve ilşkisi ile ilgili sayısız sorular soruyor, fetvâlar istiyorlar. İşte bu sorular, fetvâlar, hakemlik talepleri bizim için, hayatımızdaki İslam'ın bir aynası oluyor; oraya bakarak, kitaplarda yazanı, teorik olanı değil, hayatın hemen her alanında uygulananı ve yaşayanı görüyor, öğreniyoruz.