Ahmet Hamdi kim diye sorsalar kendimi de tam olarak tanımlayamıyorum. Cevap olarak sadece şu dağınık cümleler geliyor aklıma: 1923'te Erzurum'da "yayından yeni çıkmış ok'; ardından Konya'da Selçuk mimarisinde kaybolan ve Mevlana'nın güneşiyle ısınan yolunu kaybetmiş biri, Ankara'da resim ve musiki peşinde bir gurbetzede, İstanbul'da hülyalarının mücadelesinin adamı, Paris'te ilerleyen yaşına rağmen yine edebiyattaki yolunu arayan şair...
Bütün bu dağınık portreler ve kendime sorduğum cevapsız sorular ortasında kendimi iyice sıkışmış hissediyorum. Bir de Prevantoryumda yatarken hayatın beni böyle sıkıştırdığını hissetmiştim. Kendime sürekli nerede hata yaptım diye sormaktan yoruldum. Hamdi kim sorusuna belki de bu kadar uzun bir cevap aramamalıyım. Şu sözler yeterli sanki: Hamdi, şiir ve hülya peşinde kaybedilmiş bir hayatın sahibi...
Takvimler birkaç saat sonra yeni bir yılı gösterecek. Zaman her an değişiyor ve yenileniyor, fakat ben âdeta durmuş bir saate benziyorum. Bu garip durumdan bir kurtuluş yolu da bulamadım. Etrafımdaki hayat kendi saatini devam ettirerek akıp gidiyor. Ben hem bu devam eden saatin içinde bir yere sahibim hem de kendi şartlarım içinde durmuş saatimin emrindeyim. Yani zamanın "ne içinde ne de dışındayım". Ama yine de onun bir parçasıyım. Beni zaman dışına itmek isteyenler kesin bir çözüm bulup tamamen kurtulmak yolunu neden seçmediler ki?
Bütün dalları kendi üzerine kapanmış ve bu dalların ağırlığı altında ezilen bir ağaç gibiyim. Dallar, köklerle toprağın altında buluşmak için sabırsızlanıyor. Bense gövdemden hayat emareleri göstermek için çırpınıyorum.
Ancak sonuç kaçınılmaz...
En sonunda dallar köklerle toprağın altında buluşacak ve gövdemi de peşinden sürükleyecek...