Türkiye'nin dört taraftan rüzgâr alan tek ovasıymış Göksun Ovası, işte o ovanın toprağında doğdum ve güneşiyle büyüdüm. Fasulye sularken ovanın fotoğrafı çekilse nokta kadar bile gözükmeyeceğime eminim, ne var ki Güneş herkesi unutmuş sanki yalnız beni yakıyor, yakıyor ne kelime kavuruyor. Hele bir de zaman ramazan ayı ise iftarla buluşmadan ölecek gibi oluyor insan. İyi ki ayaklarım, içemediğim suyun içinde. Bir taraftan tarladaki fasulyeyi sularken diğer taraftan da Kayseri yolu üzerindeki gelip geçen otobüslere, içindeki yolculara imrenirdim, hayal kaçamakları yapardım. Har har ses çıkartan eski model magirus otobüslerin sesi kulağıma ne de hoş gelirdi.
Halil dedemi hep dışarda iken hatırlarım. Ya camız (manda)güderdi, ya hindi. Ya mısır beklerdi ya da üzüm bağını. Beklerdi derken hırsıza karşı değil, ayı ve yaban domuzlarına karşı. Kimsenin hırsızlamasına gerek yoktu, tüm mahsulden herkese göz hakkı verilirdi. Elmalar olgunlaştığında kasa kasa caminin önüne götürür koyardık; sebil, cemaat yesin diye. Üzüm çıkınca üzüm götürürdük aynı şekilde. Bahçenin yanından bir adam geçecek olsa tanıdık olsun olmasın, gerçi çoğunlukla tanıdık olurdu ya. "Bre Ali, Osman, Süleyman, Hatice bacı çocuklara elma götür, lahana götür, üzüm götür gibi nidalar kulağımda capcanlı duruyor hâlâ.