Feyizoğlu, ayrıntı avcısı bir insan. Gerçeği çok yönlü, derinlemesine açığa çıkarma işine, dikkati çekmeyen ayrıntılardan başlıyor. Kuşku duymak, ısrarla deşmek, bıkıp usanmadan sormak, karşı tarafı bıktırırcasına ve de kaçırırcasına sigaya çekmek. Konu, '68–71
kuşağının sistem tarafından yok edilen liderlerinin yaşamı olunca Feyizoğlu'nun bu illet sorguculuğu işe yarıyor, daha bir anlam kazanıyor. Sınıf mücadelesinin enkaz altında kalan pırlantalarını açığa çıkarma işidir bu. Kolay değil.
Feyizoğlu'nun dili durudur. Zorlanmadan, pürüzlere takılmadan okuyoruz. Okurken, "Bu dokuda bir şey eksik galiba," diye sormaktan da kendimizi alamıyoruz. Tanrı'nın insanlığa estetik incelik, şaşırtıcılık, büyü, şiirsel öz-kısa söz denilen nesneleri dağıtırken, Feyizoğlu'na
haksızlık ettiğini, O'nu okuyup bitirdiğimizde anlar gibi oluyoruz.
Büyük insanlık için ölen insanların tek yönlü yüceltilmesi, dinlerden, kahramanlık efsanelerinden bize kalan bir mirastır. Bu mirastan kopamıyoruz. Bu miras bizi yiyip bitiriyor, bizi götürüp bilimin karşısına dikiyor. Bu miras bizi ölen insana ve kendimize yabancılaştırıyor. Feyizoğlu'nun feyizli bir tutumu da böylesi bir mirasın etkisi altında az kalmış olmasındadır.
Ölümsüzlük diye bir şey yoktur. İnsan ve insanlık bugün var, yarın yoktur. Önemli olan, anda, yani alınan her solukta ne yaptığımızdır. Yaptıklarımıza tapmamamızdır. Hiçleşmeye ya da ölüme en yakın şey, tapma eylemidir. Sadece bu kitabı değil, tüm kitapları ön yargılardan, tabulardan arınmış, kuşkucu, merakçıl, objektif bir kafayla okumalıyız. Kendi teorik yaratıcılarını, kendi özünde aşma potansiyeli taşımayan hiçbir devrim uzun soluklu olamaz.
Dileğim, bu kitabın da benzeri kitaplar gibi, uzun soluklu devrimlerin ocağında bir kıvılcım ya da bir alev damarı olmasıdır.
Muzaffer Oruçoğlu