İlahî zat ve sıfat ilişkisinin ele alındığı bu eserde İmâm-ı Rabbânî'nin Ehl-i sünnet düsturuna bağlılığı meziyet kabul ettiği, itikadî meselelere dair görüşlerini tasavvufî bakış açısıyla zenginleştirdiği, zahirî ilimleri keşif ve ilhama tercih ettiği ve tasavvufu tenkit yolunu, en azından, daralttığı tespit edilmiştir. Onunu şeriat âlimlerinin görüşüne uygunluğu ölçü alması, Ehl-i sünnet'e bağlılığının tezahürüdür. İmâm-ı Rabbânî, Allah Teâlâ'yı hakikî varlık, âlemi vehim ve hayal olarak gören "vahdet-i vücud" anlayışını şeriat âlimlerinin ölçülerine uymadığı gerekçesiyle tenkit etmiş, Allah-âlem ilişkisini izahta kelamcılarla aynı neticede birleşmiştir. Âlimlerin nazar ve istidlâl ile icmalî olarak belirlediklerini mutasavvıfların keşif ve ilham ile tafsilata kavuşturduğu inancını zat-sıfat münasebetine dair açıklamalarında da göstermiştir. Her şeyden önce ilahî zatın her türlü kemâlâta sahip olduğunu, sıfatlar da dâhil olmak üzere hiçbir şeye muhtaç olmadığını vurgulamış, akıl ve muhayyilenin Allah Teâlâ'yı idrak etmeye yetmeyeceğini anlamayı marifet saymıştır. İlahî zatın bilinmezliğini "vusul mertebelerinin sonu gelmez" cümlesiyle hulasa ederek insanın isim ve şuûnât dairesinden ileri geçemeyeceğine vurgu yapmış, zat mertebesiyle ilgili bir şey söylemeyi doğru bulmamıştır. Allah Teâlâ'nın Kendine nispet ettiği sıfatlarla vasıflanmış ve akıl ile algılanan manalardan münezzeh olduğuna inanmayı marifet olarak sunmuştur.