Bir dine inanma durumunda olan her fert, muhatap olduğu temel esasların akla ve bilimsel verilere uygun olup olmadığına bakma ihtiyacını hisseder. Bu arada psikolojilik olarak mensubu bulunduğu dini kendine göre akli ve mantıki bir takım yorum ve açıklamalarla sağlam bir zemine dayandırmak ister. Bu sebeple inandığımız prensiplerin, bizleri aklen ve kalben tatmin etmesi gerekir. Aksi halde bu esasların hiçbir bağlayıcılığı ve davranışlarımıza müspet bir tesiri kalmayacak, dolayısıyla tahkiki bir imana varılamayacağı için gerçek bir dindarlıktan söz edilmeyecektir. Netice itibariyle de taassup ve bağnazlık bataklığından kurtulmamız mümkün olmayacaktır. İmdi, dini sahada düşünenlerin en büyük problemi, metodoloji sorunudur. Şüphesiz bu problem, ilimler binasının net bir şekilde kurulamayışından doğmaktadır. Dini ilimler, müspet ve akli ilimler çatısı altına değerlendirilmeyince netice bundan farklı olmayacaktır. Öte yandan dini çatı altında, dinin özü (usul) unutulmuş, bu sebeple de dini ilimler arasındaki irtibat koparılmış ve birbiriyle çelişik yorumlar yer almıştır. Neticede dini iskelet ortadan kalkmış ve böylece birbirinden farklı ucûbe din anlayışları gündeme gelmiştir. Bu durumda tek çare, zor da olsa, bütün düşünce ve inançları bir çatı altında akli-mantıki ve bilimsel veriler ışığında eritmeye ve kaynaştırmaya çalışmak olacaktır. İlim-din sahalarını bütünüyle ayırarak farklı alanlarda felsefi ve dini bir takım yorumlarda bulunmak işin kolayına kaçmak demektir. Bu sebeple İslam Filozoflarının büyüklüğü, bu iki alanı telif etme gibi çok zor bir işe talip olmalarında yatıyordu. Nitekim onların en büyük sıkıntısı, dinle felsefeyi yoğurmak ve telif etmekti. Kaldı ki prensip olarak herhangi bir konuda dini ve ilmi hakikat diye çifte hakikatten söz etmek anlamsızdı. Çünkü kendisine ulaşmada bir takım sıkıntılar olsa da hakikat birdir; dolayısıyla onu ifade etme yolu da bir olacaktır.