Sohrab, kızın başından aşağı doğru kaymaya başlamış saks mavisi örtüsüne, leylak renkli paltosuna ve dizinin altında biten siyah çizmelerine bakıyordu. Ely'nin tedirgin halini, iri gözlerinden alev alev çıkan telaşını, uçuk pembe parlatıcı sürdüğü dudaklarını yiyişini sevmişti. Böyle gülenine, gülümseyenine rastlamamıştı hiç. Her geçen dakikada bilmediği bir yere yaklaştırıyordu onu yüreği. Oysa yorgundu Ely... Herkesten, her şeyden, tüm şehirlerden, trenlerden... Bitkindi maksatsız gitmelerden. İşte şimdi birlikte çay içtikleri bu meydanda, gelenekler tam üç yüz yirmi sene evvel bir aşkı öldürmüştü!
"Binlerce yıllık yaşına bakmadan hâlâ çekici bir kadın gibiydi bu şehir. Yorulan ama zinhar yaşlanmayan... Mehtapla vuslat için saçlarını tarar gibi, Nakş-ı Cihan'ıyla dünyaya hava atar gibi, Siosepol Köprüsü'nü gerdanlık misali boynuna takar gibi, Zâyenderûd'un serin suyunda yüzünü yıkar gibi, Çehel Sütun Sarayı'nın güz çiçeklerini saçına takar gibi, adına yazılan gazellerle şarkılarla gurur duyar gibi, şehirlere de sırılsıklam âşık olunduğunu doğrular gibi, geceye hazırlanıyordu İsfahan…"
Shahzadeh N. İgual yeni romanında, Ely ve Sohrab'ın tanışmalarıyla başlayan öyküde okurunu İran'da unutulmaz bir yolculuğa çıkarırken, şu soruyu da sormayı ihmal etmiyor; İsfahan bu kez âşıklarına sahip çıkacak mıdır?