Uçsuz bucaksız, soğuk ve belirsiz bir sonsuzluk abidesi uzay boşluğu içerisinde asılı bir nokta kadar küçük gezegenimizden bakınca, bilinmezliğimiz de bir o kadar ortaya çıkar. Kim, kim içindir? Ne, ne içindir? Burası neresidir, niye yaşıyoruz, ölüme kaç kaldı?... sorarız kendi kendimize veya bir başkasına.... Korkutulmuş, sindirilmiş zihinler kapatılmış her aranana, alışagelmiş yaşamlarda kalınması istenir. Büyüklerin, ataların, oluşturulmuş geleneklerin, ölüm korkusunun peşinden sürüklendirilerek şekillendiriliriz, her neslin şekillendirildiği gibi...
Davranışlarımızı şekillendiren ilk nedendir ölüm korkusu hissi; ancak bir his daha vardır ki o, bedensel ölüm korkusundan da beter. Zihinsel bir ölüm çeşidi, duyuların yitimi, hiç duygusunun var edeni yalnızlık korkusu hissi.... Kimseler tarafından sevinilmediğini, kimselerle ait olunmadığını sanmak hiçliğe, kaosa, canlı ama ölü yaşama sürükler... Çocuklar, anne ve baba ile bu hissi gidermeye çalışır: ancak ergenliğe girdikten sonra muhakkak bir karşı cinsin gerekliliği açık ve net bir şekilde hissettirilir. Ve aşk, işte bu noktada devreye girer.
Birlikteliğin temeli yalnızlıktır ve ikili yaşamın olmazsa olmaz tek koşulu, düşünsel uyuşumdur. Sevdiğini gerçekten bilgisel öğe olarak görüp birlikte yol alabilmektir... Karşı cinse ihtiyacı sırf ilişki üzerine kurmak veya toplumsal bir kurum olarak algılayıp belli bir alışkanlıksal yaşam saymak yanlış: kavgalar, geçimsizlikler, anlaşmazlıklar birlikteliğin tuzu biberi demek de bir o kadar yanılgı... Hayatı birlikte yaratmalı, birlikte her nesneye aynı anlamı verebilmeli; yaratılan her düşünceyi, her korkuyu, her mutluluğu... gem vurmadan paylaşabilmeli...