Nizamiye karakolundan son çıkış imzasını da attım. Şimdi nizamiye çıkışında bizlere heyecanla el sallayan yakınlarıma doğru tek başıma, yanımda asker olmadan, kelepçesiz, nasıl yürüdüğüme, konuştuğuma müdahale edilmemesinin garipliğiyle ve sanki biraz daha gecikirsem yeniden yakalanıp tekrar içeri götüreceklermiş hissinin telaşıyla, sık sık arkama bakarak yürüyorum. İki de bir arkaya bakmamdan mı, içeride geçen beş yılda yürümeyi unuttuğumdan mı, yoksa nizamiyeye birikmiş olan yakınlarım arasında babamı göremeyişimin sıkıntısından mı bilemiyorum; yeni sürülmüş tarlada yürür gibi bacaklarım bükülerek, yambul yumbul yürüdüğüm için dört beş kez ayakkabımın burnunu yere takıp tökezleniyorum. Bereket tetikte olduğumdan son anda düşmekten kurtuluyorum. Fakat önümde koşmakta olan arkadaşlardan birisinin, eğilip asfaltı öpüp kalkması, yıllar sonra ilk kez bu sabah giydiği sivil elbisenin toz olan diz kapaklarını çırparak hala koşmaya devam ettiğini görünce bedenime yabancılaşmanın sadece bana özgü bir hastalık olmadığının farkına varıp biraz rahatlıyorum. Bütün bunlara rağmen, sivil giyimli resmi çetelerin tekrar 'alma' olasılığını ben de yakınlarım kadar güçlü bir ihtimal olarak görmeme karşın, her nedense pek dert etmiyorum...