Yalan da aşk gibiydi.
Ancak çiviyle, zincirle ya da çekiçle çıkılabilirdi doruğuna.
"Sıcaktı. Sayısız hayatın birkaç alçağın ağzından akan zehirle çepeçevre kuşatıldığı zamanlardı. Şehrin deşilmiş, çürümüş karnındaki çukurlardan yeşil sarı örümcekler, görülmedik iğrenç hayvanlar fışkırıyordu. Caddeler, vitrin camlarında kendileriyle karşılaştıkça sendeleyen, rüzgâr, su ya da başka bir ten değdiğinde korkuyla yalvarıp diz çöken insanlarla doluydu. Her yanda koyu giysileri makinelerin koşusunda ezilmiş, paslı birer çengele asılmış kanlı et parçaları gibi erkekler vardı. Havada çarpışmış iki kılıç gibi çıplak omuzları ve yüksek, ince şeylerle dolu bir dünyaya benzeyen gözleriyle kadınlar, umutsuzluk içindeydiler.
Yemek dükkânlarının, meyhanelerin önlerine çıkartılmış masalar, dünyadan kalkan son trenin vagonları gibi tıklım tıklımdı. Ellerde cep telefonları rengârenk böcekler gibi yanıp sönüyor, çapkın bakışlar karşılıklı göze kestirilen uzuvların keskin kenarlarında geziniyordu."