Yıl 1914, Eylül'ün ortaları. Sabahın ilk ışıklarıyla uyanan boz serçelerin söylediği şarkılar ve coşkun akan Ağrıt Deresi'nin şırıltılarıyla yeni bir güne merhaba diyen Tiyeri köyü, Yavuz Mahallesi'nden yükselen kadın feryatları ile ayağa kalktı. Önde gencecik bir delikanlı, arkasında birkaç kadın ve boy boy sıralanmış, çıplak ayaklı, cennet kokulu dünyalar tatlısı üç çocuk... Çocukların en küçüğü Hüseyin, dünyadan bihaber, etrafına gülücükler saçacak kadar cesur. Çakır Ali Pınarı'nın yanına varınca çocukların feryatları son haddeye varmıştı. Önde giden delikanlı:
"Tamam, vedalaşalım artık. Yeter, fazla yorulmayın" deyince çocukları:
"Baba ne olur gitme, bizi bırakma" diyerek delikanlının bacaklarına sarıldılar. Delikanlı da annesinin boynuna... "Sütünü helal et anam" diyebildi. Başka da bir şey diyemedi. Bir kelime daha demeye kalksa, gözyaşlarının Yeşilırmak gibi çağlamasından korkuyordu. Erkekler ağlamazdı.
Ağlamadı da.