Tarih kadar eski bir yerleşim yeri olan Provence "Lavanta kokulu kent" olarak anılırdı. Sevginin coşkun, içten, samimi duygularıyla yüklü, Akdenize özgü sıcakkanlı mutlu insanların yaşadığı böylesi bir müstesna köşede huzurlu olmamak mümkün değildi....Çiftliğin alçak taş duvarlarla çevrili avlusundaki kameriyede oturan Aytun, baygın lavanta kokularını ve kuşların cıvıltılarına karşılık verircesine öten cırcır böceklerinin sesli senfonisini duyumsayıp huzurla içini çekti. Gözlerinin ulaşabildiği en uzak noktalara dek bakışlarını doyumsuz bir hazla dolaştırdı. Koparılamaz gönül bağı ve köklü bir sevgiyle bağlı olduğu bu müstesna coğrafyaya aylardır büyük bir özlem duyuyordu.
Toprak küpün ardında bir belirip bir kaybolan ufak gölge Genç Aytun'un dudaklarında muzur bir tebessümün oynaşmasına neden olmuştu. Usulca seslendi:
"Karadut",.."Karadut'um!"
Bir süre sonra cılız, çekingen, peltek bir ses duyuldu:
"Sana cevap vermeyeceğim Hem benim adım Feyzan, karadut değil."
"Biliyorum." Delikanlı gizli kahkahaların oynaştığı dudaklarının titremesine mani olmak için hafifçe büzerek, "Ama ben sana karadut demek istiyorum. Haydi gel yanıma; bak, sana ne getirdim İstanbul'dan..."
Güneşin altın sarısı ışıltıları alçalmış, gün yerini geceye bırakırken gökyüzünde dans edercesine dolaşan beyaz bulutların aralarından güneş ışığının akşam üzeri değişkenleşen renk dizisi karışımı tüm ihtişamıyla belirmeye başlamıştı. Kocaman ateş rengi bir çiçeğe dönüşen güneş, lavantalar denizinin ardından ufukta alçalmış, doğanın büyüleyen renkleri üzerine ılık Haziran gecesi inerken lacivert kadife gibi yumuşak bir dokunuşu andıran gece çiftlik "Masal"ın üzerini örtmüştü.