Yıl 1903, aylardan haziran. Asaf, babası Hüsnü Beyin Fatih'teki su kemerlerindeki dört katlı muhteşem köşkünde ailesiyle birlikte kalmaktadır. Her zaman olduğu gibi yine erkenden uyanmış, gülleri, karanfilleri sulamış, kuyudan çıkrıkla buz gibi bir kova su çekmiş, testileri doldurmuştu. Bu, onun vazgeçemediği bir hobisiydi ve bundan da müthiş zevk alıyordu. Denizden gelen tuzlu, nemli havayı ciğerlerine çekti, kahvesinden bir yudum daha aldı. Elif Aba'nın getirdiği çöreklerden biraz atıştırdı. Bugün işe biraz erken gidecekti. Balat'taki Askerlik Şubesi'nde jandarma "Mülazım-Evveli"ydi, yani Üsteğmen idi. Yine asker sevkıyatı başlamıştı; Makedonya'da çeteciler azmış, Yemen'de ise isyan başlamak üzereydi. Hiç durmadan doğuya da, batıya da asker sevkıyatı vardı. "Ne olacak
Ermenileri Ruslar isyana hazırlamaktadırlar. Ermeni Şâkiler köyleri basmakta, ekinleri yakmakta, türlü zulüm yapmaktadırlar. Osmanlı devamlı toprak kaybına uğramakta, devamlı harpler hazineyi iflasa doğru sürüklemektedir. Bu ortamda Doğu'daki isyanları bastırmak için çok sayıda asker ve subayı oraya kaydırmıştır. Asaf'a da görev düşer ve Muş Jandarma Komutan Vekili olarak tayini çıkar. İstanbul'dan ayrıldığında karısı Cemile Müeyyet'e hamiledir. Ayrılık çok hazin olmuştur. Asaf Muş'ta Ermenileri temizlemiştir. 1915 yılında bir çarpışmada maalesef genç yaşta şehit düşer. Orada toprağa verilir. Güvenlik sebebiyle yollar kapalıdır. Aile perişandır, cenazesine bile gidememiştir. Cemile ikinci çocuğu Müeyyet'i doğurmuştur ama ne yazık ki Asaf göremeden şehit olmuştur. Bu acı karşısında, babası Hüsnü Bey felç olur. Asaf'ın şehitliği yetmez, ailenin başında felaketler bitmez; İstanbul'daki büyük yangında köşk bir gece kül olur! Hüsnü Bey, eşi Şerife Hanım, emektar Elif Aba yangından kurtulamazlar. Cemile pencereden atlayarak kurtulur…