"Okura soru sormuyorum, sorular hep kendime" diyen Şener Özmen'in çok ilgi gören romanı Spinoza'nın Günlüğü'nden sonra Kifayetsiz Hikayeler Müsabakası da Türkçede.
Çok sıfatlı Sertac Karan'ın (Sertaç değil) çok coğrafyalı ve parçalı evreni: Amed, Zerdav, Almanya, denize inen kıyılar, adı sanı söylenmeyen şehirler ve sokaklar, sokaklarında geri geri yürüyen insanların olduğu memleketler... Merasim'le Sertac'ın çekişmeleri aynı zamanda sanatın ve edebiyatın da binyıllık meselelerine mi değiyor? Değişen, dönüşen dil olanakları bitmemiş dipnotlarla mı tamamlanıyor? Özmen'in dediği gibi, kendine sorular soran, bundan bıkmayan bir anlatıcı silsilesinin romanı bu. Ve bu anlatıcı silsilesinin dili, hiç de sakin değil. Öfkeli, sert, sorgulayıcı ve evet, epey de sarsıcı. Abdullah Koçal'ın Türkçesiyle yeni bir Şener Özmen romanı.
Heyecanlıydı Sertac Karan yahut Topatmış Sertac. Deri kaplama siyah koltuğuna geçip seyrek gelen bir ilhamla kalemi eline alıp kâğıdın ortasına bir tek kelime yazdıktan sonra anladı hikâyeyi asla bitiremeyeceğini. Anlamıştı hayatının, pek de bir anlamı olmayan hayatının hiç ama hiç yaşamadığı kifayetsiz hikâyelerden meydana geldiğini, kendisinin de o kifayetsiz hikâyelerden biri olduğunu. Kendi kendine konuşuyordu: "Yok! Yok, sebeplerle uğraşmayacağım. Hayatımı mahveden şeylerle bunaltmayacağım kendimi. Kimseyi suçlamayacağım da. Ezildiğim için ya da şu an bana bunları söyleten musibetler yüzünden değil, yok, değil; insanlarla birlikte benden önce var olan şartları da suçlamayacağım. Benim gerçeğim bu. Savaş uçaklarının gürültüsü beynimi sulandırmış, çocukluk ve gençliğimden kalma bazı görüntüler parçalanmış zihnimi karıştırmış olmalı. Belki gerçekten de delinin biriyimdir. (...) Ne olduğumu biliyor musun Merasim? Ben yarım kalmış bir neticeyim, sadece sömürge laboratuvarlarında meydana getirilen bir sonuç…"