20. Yüzyıl siyasi literatüründe önemli bir yere sahip olan Soğuk Savaş süreci gerek kendi dönemi gerekse sonraki gelişmeleri belirlemesi ve şekillendirmesi açısından büyük öneme sahiptir. Dünyanın uluslararası ilişkiler anlamında Doğu ve Batı olarak iki ideolojik kampa ayrıldığı bu dönemde komünizm karşıtlığı başta bu bloklaşmanın mimarlarından olan Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere onun etkilediği ülkelerde en önemli gündemi oluşturmuştur. Bu süreçte Amerika Birleşik Devletleri'nin önderliğinde yürütülen komünizm karşıtlığı başta Avrupa olmak üzere Sovyet Rusya'nın tehdidi altındaki tüm ülkelerde ve bu tehdidin belki de her yerden çok daha fazla hissedildiği Türkiye'de de kısa sürede karşılığını bulmuştur. II. Dünya Savaşı yıllarında tüm baskılara rağmen ustaca takip ettiği tarafsızlık politikası çerçevesinde savaşın dışında kalmayı başarmış olan Türkiye, savaş sonrasının yeni koşullarında bu tarafsızlığını bir tarafa bırakarak iki kampa ayrılan dünyada Liberalizmin temsil edildiği Batı dahası ABD yanında yer alma kararı vermiştir. Türkiye'nin bu yeni dış politika tercihi, iç politikada giderek artan tonda komünizm karşıtlığı yapmak ve bu amaç çerçevesinde güçlü bir kamuoyu oluşturmak gibi bir mecburiyetle karşı karşıya kalmasına neden olmuştur. Dış politikada ağırlıklı olarak ABD etkisine girmiş olan Türkiye'de sistematik bir devlet politikası olarak yürütülen komünizm karşıtlığı ve komünizmle mücadele bir taraftan milliyetçi-muhafazakâr siyasi damarın siyasette ön palana çıkmasına zemin hazırlarken, diğer yandan da ABD'nin ve Batı'nın temsil ettiği kapitalist kültürün Türk siyasal ve toplumsal yaşamında belirleyici bir etki olmasına zemin hazırlamıştır.