Korkunun kendisi kişiye bir ceza olarak yeter mi? Ruhu saran, kemiren bir korkuyla yaşamak nasıl mümkün olabilir? Peki, bir korku, insanı bir köprünün, uçurumun kenarına getirip de "hadi atla" dediğinde, hayattaki yanlışların, hataların yol açtığı bir durum kişiyi yaşamın kendisinden kopartacak bir noktaya getirdiğinde gerçekte iç dünyada neler olup bitiyor? Zweig'ın novellasındaki "Korku" belki de bu durumlardan birine işaret ederken, burada bu duygu tam anlamıyla ete kemiğe bürünür ve bu hissin bizatihi kendisi olur.
Burjuva yaşamın sağladığı imkânlarla, çocuklarıyla, mesleğinde oldukça başarılı eşiyle rahat ve mutlu bir yaşam süren bir kadın… Görünürde imrenilecek bir hayat belki ama burjuva yaşam tarzının belli alışkanlıkları, sahtelikleri ve tekdüzeliklerinden kurtulmanın yolunu başka şeylerde değil de önemsiz bir gönül macerasında arayan ve bu ilişkisinden dolayı şantaja maruz kalan bir kadın… Şimdi kapının her çalınışı bile onun için bir işkence. Acaba tekrar o eski yaşamına, o güvenli sulara dönebilecek midir?
İnsan ruhunun, duygularının uç durumlardaki portrelerini vermekte son derece yetkin olan Zweig, bu kez uçurumun kenarındaki bir kadın karakterin, Iréne'nin çaresizliğinde, kemiklerine işlemiş korkusunda psikolojik gerilimin oldukça sade, ince ve zarif bir anlatımını sunmaktadır.