Tasavvufî düşüncenin bünyesinde gelişen İşârî Tefsir Ekolü, âyetleri anlamada lafızlara bağlı kalmayı esas olarak görmekle birlikte keşfe dayalı bilgiden de yararlanmışlardır. Bu tefsir ekolünün temsilcileri Kur'an'ın sadece lafızdan ibaret olmadığını, o lafızların içerisinde bazı manaların olduğunu, bu manalara ise ilimle uğraşan herkesin vasıl olamayacaklarını, onlara ulaşabilmek için ilmin ötesinde ayrıca nefsin bazı tezkiyelerden geçmesi gerektiğini savunmuşlardır. Bu yolda "İnsanın bildikleri ile amel ettiğinde Allah'ın ona bilmediklerini öğreteceği" ilkesini kendilerine rehber edinmişlerdir. Onlar Kur'an'ı doğru anlamak için sarf-nahiv gibi alet ilimlerinden müteşekkil olan salt bilgiyi yeterli görmemiş bilginin yanında amel-i sâlihle tezkiyeyi nefsi de esas almışlardır. Hatta ulaştıkları bazı bilgilerin sadece sâlih amel işlemekle elde edilebileceğini savunmuşlar, yüzeysel olarak bilgiye sahip olup da bildikleriyle amel etmeyen kimse ile amel eden kimsenin ilmî seviyesinin müsavi olamayacağını kabul etmişlerdir.
Bu anlayışa göre Kur'an sadece lafızdan ibaret değildir. Onu doğru anlamak için de sadece akıl ve akılla ulaşılan bilgi yeterli değildir. Diğer bir ifadeyle O sadece akılla anlaşılan bir kitap değildir. Onu doğru anlamak için aklın yanında kalbin bilgisine/keşf ve müşahedesine de ihtiyaç vardır. Zira onun lafzi yönü olduğu gibi lafızların ötesinde manevi yönü de vardır. Bu itibarla Kur'an hem akla hem de kalbe hitap eden bir kitaptır. Onun lafızları akılla anlaşılabilirken manevi boyutuna ise ancak kalp/gönül ile ulaşılabilmek mümkündür.