Bizler bir zamanlar gençtik ve birbirine üstad, birbirine şakird olmak için bir araya gelmiştik:
Yol-daşlığın kıymetini bilerek, ercesine yol-daşlık etmek tek dileğimizdi.
Adını bir deryadan alan sakar-çay ocağında; birbirimizin dizinin dibinde oturup durmak varken, başkalarının kurduğu oyunda birbirine çarpan misketler gibi, birer ibn-ül mesai olarak dağıldık!
Üstelik sabahımız da akşamımız da birbirinden ayrı düşmüştü.
Merkezi Asya'nın başkenti olarak adlandırılan Taşkent'in bana düşmesi belki de o dağılmanın bir sonucuydu, ya da aklımı başıma devşirmem için bir vesileydi, kim bilir?
Öyle ya Arapların Maveraünnehir dediği Türkistan, şekillendiğimiz coğrafyaydı aynı zamanda. Bu coğrafya "mührü sökülmemiş bir hazine" olarak bir büyük medeniyetin beşiğiydi. Ve bu büyük medeniyeti oluşturan Bahaeddin Nakşibendî, İmam Mâtürîdî, İmam Buhârî, Fârâbî, İbn Sina, Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Hemedanî, Hoca Ahmet Yesevî gibi birçok ulumuzun yurdu; ki onlar dillerinde "emr-i bi'l-ma'ruf, nehy-i ani'l-münker" ile sadece Maveraünnehir'i aydınlatmadılar; bütün bir dünyayı ayıttılar kandilleriyle.
O isimlerle tanış olmaktı maksat. Onları tanımaktan maksat, onları kendi mesaimizin dağıtıcılığının ilk örnekleri gibi görme şaşkınlığından sıyrılıp derlenmemizin misalleri olarak şahitlik etmek. Bize düşen vazife gücümüz yettiğince o bizden öncekilerin, eskilerin bıraktıkları izleri sürmek, takip etmek değil miydi?
O izleri karınca kararınca arama ve takip etme gayretiyle uyup üstad sözüne, ayağa kalktı müellif, sakarya nehrinin ötesine kavuşmak üzere lakin aral denizinin kurutulmuşluğunu aşacak kadar çağlayabildi mi; bir okuyun beraber çağlayalım bir de…
Bu yazıların tamamı, iki yılı aşkın bir süre yalnız yaşanan, tarihçilerin yeri göğü sarsan adam diye tanımladıkları Emir Timur'un ülkesinde bir yolcunun hatırladıkları ve tanıklıkları başlığı altında Taşkent'te yazıldı.